28 Ekim 2013 Pazartesi

Samuel Sullivan Cox- Prinkipo’da Tatlı Yaşam ve Prens Adaları


Okuduğum Tarih: Eylül 2013

Büyükada’da belki 25 yılı aşkın süredir yazlıkçı olup ada ile ilgili kitaplar okumanın müthiş keyfi ile bu eseri bitirmekten dolayı çok memnunum. Cox’un bu okuduğum ilk eseriydi.
Samuel Sullivan Cox, Amerikan Büyükelçisi olarak görev yaptığı dönemde, 1886 yazını eşiyle beraber Prinkipo’da (Büyükada’da) geçiriyor ve o yaz yaşadığı ada hayatını doğasıyla, olaylarıyla, yaşananlarla anlatıyor. Dili çok keyifli; yazısını esprilerden eksik etmiyor. Anıları, Büyükada ağırlıklı olmak üzere diğer adalarla beraber o dönemin alışkanlıklarını, kurallarını, politik ve sosyal olaylarını ve ansiklopedik sayılabilecek bilgileri içeriyor. Cox kendini o kadar iyi yetiştirmiş dolu dolu bir diplomat ki, okuyucuya bu kitapta adaların ve Türkiye’nin yaşantısının çok ötesinde de birbirinden çok farklı konularda çok enteresan bilgiler iletiyor.

Gözlemlerim:

*Kitapta geçen şiirler:
“Kibarca gamzeleştirir, yanağını okyanusun
Yansıtır ışık tonlarını birçok tepenin
Yakalar gülen akıntılar, yıkarken
Bu Doğu dalgalarının cennet bahçesinde” (s.18)

*Adalar ve İstanbul hakkında dönemin bilgileri:
 “Belgrad ormanlarını üne kavuşturan ise kocasının elçiliği sırasında burada yaşamış olan Lady Mary Montagu’nun parlak tavsiyeleridir.”(s.21,22)
“36 milyon olarak tahmin edilen nüfusunun yarasından çoğu Türk değildir.”(s.25)
Dalyan: “Bu isim, yöntemi bölgede ilk kez uygulayan ‘Italyan’ balıkçılardan dönüşerek kalmıştır.”(s.64)
“Sonradan da Çankaya adını alan mahallenin kurucusu ve ad vereni.”(s.83)
“100.000 kişinin ibadet etmesine uygun Aya Sofya hala duruyor.”(s. 228)
“Tam karşılarındaki Bosphorus ve Altın Boynuz ile çevrelenmiş topraklarının muhteşem güzelliğini ve halen de kullanılmakta olan benzersiz limanını göremeyip Kadıköy’e yerleştirdikleri için kör oldukları düşünülmüş.”(s.306)

*Manastırlar:
“Antik dönem Yunanistan’ında, modern Yunanistan’da ve Prens Adaları’nda manastırlar hep yükseltiler üzerindedir.”(s.125)
“Manastırlar her zaman en tepeye yerleşmiştir. Bu durum hem devlet için uygundu, çünkü hapishane veya sığınak olarak kullanılabiliyorlardı. Hem de kilise için uygundu çünkü herkesten uzakta Rum prensip ve öğretisi gibi dini işlere yoğunlaşmak mümkün oluyordu.”(s.172)
“Sürüsünü otlatmakta olan bir çoban uyuya kalmış. Uykusunda bir rüya görmüş. Rüyasında kendisine, üzerinde yatmakta olduğu noktayı kazması ve ‘yararına olacak bir şey duyacağı’ söylenmiş. Kazmış ve boynunun etrafında çanlar asılı çok güzel beyaz bir savaş atı ve üzerindeki süvarisi ile karşılaşmış. Süvari de ona kazma emri vermiş. Verilen buyruk üzerine uyanarak tarif edilen yeri kazmaya başlamış. Sonunda bir resme ulaşmış. Resimdeki, rüyasında gördüğü süvari imiş. Hatta atın boynunun etrafındaki çanlara varıncaya kadar tüm ayrıntılar varmış.”(s.130)
“2. Mehmed, Constantinopl’u ele geçirdiğinde Rum kilisesine birçok ayrıcalık tanıdı ancak çan çalınmasını yasakladı. Çan diğer dinlere bağlı olanları rahatsız ediyordu. Ancak prens Adaları’ndaki manastır ve kiliselerde çan çalınmasına izin verdi.”(s.137)

*Levantenler:
“Levantenler İtalya, Malta, Fransa ve diğer batı ülkelerinin karışımı bir halktır. Levantenler Frenk olarak da adlandırılır. Onlar eski dönemlerdeki Haçlı Seferleri’nden Kırım savaşına kadar geçen dönemin çocuklarıdır.”(157)

*Diğer Adalar:

*Heybeliada:
“Halki adası adını antik çağlarda burada var olan bakır madeninden almakta. Adanın düzlük kısmının iki ucunda yer alan iki tepe bir atın sırtının iki yanına yerleştirilmiş heybeleri andırdığı için bu isim verilmiş.”(s.166)
“Halki’de at arabalarına izin verilmiyor. Tek ulaşım yaya veya eşek sırtında.”(s.171)
“Halki, Prinkipo ile sağlık ve yazlık mekanı olarak yarışır ama üst sınıf insanların tümü Prinkipo’yu seçmiş. Zengin insanlar ve büyük villalar Prinkipo’da.”(s.185)
“Rıhtıma yanaşan tekneler eğer beş dakikadan fazla kalırlarsa bir mecidiye ücret ödemek zorundaymış.”(s.189-190)

*Burgazada:
“Türkeler adaya, bir zamanlar tepesinde var olan ancak şimdi kalıntıları bile kalmamış olan kaleden esinlenerek, kaleli ada anlamında ‘Burgazada’ ismini uygun görmüşler.”(s.187)

*Kınalıada:
“Bu isim adada bir zamanlar bolca bulunan biley taşının Rumca’sı olan accona’dan gelmekteymiş. Türkler ise adaya kırmızı ada anlamında Kınalıada der.”(s.193)

*İstanbul yangınları:
“Yangını gördüğünde bir yandan kocaman davulunu vuruyor, bir yandan da ‘Yaan-gınn-vaaar’ diye bağırıyor. Yangın gündüz olmuşsa kulelerin tepesinden dalgalandırılan bayrakların farklı renk ve dizilimleri ile yangın yeri belirtiliyor.”(s.191)

*Osmanlı döneminde adalar:  
“Rum yönetiminin o eski güzel günlerinde(!)gözler yakılarak kör ediliyordu.”(s.197)

*Erkekler:
“Erkek zaten yarı yarıya kendi köşesinde yaşayan bir canlıdır. Zamanının neredeyse yarısından çoğunu içine kapanık geçirmeyi tercih eder.”(s.222)

*Osmanlı dönemi hakkında:
 “Kendi çocuklarını satması da onur kırıcı bir davranış olarak görülmezdi. Bu işlerde amaçlanan Türkiye’de iyi bir hareme eşini veya çocuğunu yerleştirebilmekti. Türk haremlerinin karı ve annelerini çoğu da onlardan oluşurdu. Ayrıca bu kadınlara Türkiye’de çok iyi bir eğitim ve dini bilgiler verilirdi. Yaşam koşulları daha düzgün hale gelirdi.”(s.238)
“Hiçbir Sultanın Abdülmecid kadar uygarlığın ülkede yerleşmesini sağlayacak fedakarlıklar ve idari reformlar yaptığını zannetmiyorum.”(s.200)

*Diplomat olmak:
“Son söz olarak; bir yabancı elçinin geçimli ve keyif almayı bilen bir adam olmaması durumunda işini de iyi yapamayacağını söylemem gerekir. İşinin yarısını keyif almak için yaptığı işler sırasında yürütür. Düşüncelerini, hem de hiç belli etmeden ve de en iyi şekilde, balolarda, yemeklerde, toplantılarda ve eğlence amaçlı partilerde yayabilir.”(s.247)

*Türk gelenekleri:
Ada Bekçileri: “Görevi ormanları keçi, yaygın ve serserilerden korumaktı. Ağaçlar rahatsız edilmemelidir!” (s.28)
Ada Evleri: “Burada gece yatarken ev kapılarını kilitleyen insan sayısı bile çok azdır.”(s.29)
Ada Evleri: “Mutfak evin dışında ve eve bir köprü ile bağlı. ’Şey! Biz buna iç çekme köprüsü diyoruz.” (s.52)
Hamallar: “600-700 pound(272-317kg,ç.n) ağırlığında ev eşyası ve diğer yükleri yokuş yukarı tek bir kılları titremeden taşıyan sırt hamallarının kopyasıdır.”(s.31)
“Fransızca dili en çok zenginler ve resmi görevliler tarafından konuşuluyor.”(s.104)
“Vapurlar Altın Boynuz üzerindeki köprüden günde birkaç kez hareketle bir buçuk saatte adalara varıyor. Türkler evlerindeki ve kollarındaki saatlerini güneşe doğru ayarlarlar.”(s.35)
 “Uzanmak veya tütün içmek için fazlasıyla çekici bir salon burası. Doğu’daki şehirlerde sokağın üstüne doğru taşan bu cumbalı pencereleri inşa etmek yaygın bir uygulama. Hemen her gün öğleden sonra dört-beş gibi bu cumbalar çay, Türk kahvesi içen, tatlı, meyve yiyen şen insanlar ile dolar. Burada ya misafir kabul edilir ya da dış dünya izlenir ve yürüyüşe çıkmış olan insanlar göze çarpan her şeyleriyle ilgili çekiştirilir. Genç sokak satıcılarının tiz sesleri ile uzata uzata bu sebzelerin bazılarını bağırarak satmaları oldukça eğlendirici. Tüm sebzeler ve eşyalar ‘çığlıklarla’ satılıyor.”(s.59-61)
“Tahtırevan içinde inen aristokrat bir bayan ile sıkça karşılaşıyoruz. Constantinople’un hala kullanışsız ya da terkedilmiş sayılmayan bu eski adetten vazgeçmek konusunda isteksiz olduğu belli.”(s.103)
 “Kırmızı fesini giyer. Bu itaatin de simgesidir. Ancak görünen onu severek giydiğidir.”(s.158)
 Erkekler: “Akşam eve dönerken aile üyelerine küçük armağanlar götürmek.”(s.264)
 “Daha sonraları, bir Türk bayan sokağa çıktığında giydiği ve bileğinde büzdüğü çok geniş pantolonunu özel eşyalarını da yanında taşımak için kullanmaya başladı.”(s.338)
“Bir yandan da telaffuz ya da tercüme edemeyeceğim tuhaf bir ses çıkararak eve bir gavur erkek geldiğini ve kadınların gizlenmesi gerektiğini haber veriyor.”(s.357)
“Türk yasalarına göre Müslüman kadınların sokakta yabancı bir erkek ile, hele bir Hıristiyan ile birlikte dolaşmaları yasaktır.”(s.359)

*Rumlar:
 “Prens Adaları da harç karşılığı Rum halka bırakıldı.” (s.20)
 “İstanbul’da yaşamakta olan 250.000 Rum’un 120.000’i ‘reaya’,yani Türk vatandaşıdır.”(s.43)
 “Rum papazlarının makas ya da ustura kullanma izninin olmadığını biliyor. Sakallarını seyreltmek için tek yapabilecekleri kılları tek tek yolmak. Bu eski bir Yahudilik kuralı.”(s.154)
 “Yunanistan’daki Hıristiyan kadınlar arasında bugün bile yaygın olan bir adet, hamile kaldıklarında klasik dağın fazla eğimli olmayan bir yamacından aşağı kaymaktır. Mutlu bir doğum için bir adağı yerine getirmek anlamına gelir. Kayarken bir yandan da Rumca tuhaf bir adı şarkı söylerler. Gelecekleri ile ilgili, daha doğrusu doğacak bebeğin kaderi ile ilgili bir şarkı bu.“(s.318)
“Bu yazdıklarında tamamen samimi çünkü Rum kadını drahomasını ya da çeyizini gerçekten de üzerinde taşır. Böylelikle hem varlığını koruma altına almış, hem de kendisini süslemiş olur. Evleneceği kızın mal varlığı hakkında bilgi sahibi olmak isteyen damat adayına da büyük kolaylık sağlamış olur.”(s.333)
“Rumlar ne zaman bir kilise önünden geçse ya da bir aziz resmi görse diz kırarak haç çıkarır.”(s.342-343)

*Adalarda doğa ve hayvanlar:
Cırcır Böceği: “Bu huzuru bölmek için ısrarcı, inatçı, cırtlak, kulak tırmalayan cırcır böceğinin monoton sesi ortaya çıkıyor.”(s.89)
Cırcır Böceği: “Akşam olduğunda yavan bir cicala şakıdı’ Böceği asla göremezsiniz. Üzerinde cırladığı ağaçla aynı renktedir.”(s.90)
Eşek: “Bilmeniz gerekir ki adada neredeyse tüm taşıma işleri bu sefil hayvanlar tarafından gerçekleştirilir. Sabırları, çalışkanlıkları ve uysallıkları için onları savunmaya her zaman hazırım.”(s.91)
Eşek: “Erkek dişiyi bir mil veya daha da uzaktan selamlarken; seslenerek, dikkat çekerek kur yapma döneminde iken.”(s.92)
Eşek: “Adanın asıl eğlencesi eşek ile gezmektir. Rum eşekçi eşekleri kurnazca kuyruğundan yöneterek yavaşlatır, hızlandırır.”(s.45)
Eşek: “Tüm yollar eşeklerin. Arabalara izin yok. Eşeklere binerek adaya yayılıyoruz.”(s.190)
Bülbül: “Bu kadar tatlı bir sesle ve uzun süreli makara çeken kuş bir bülbül olmalıydı. Gerçek bir doğulu gibi güle aşkını ilan ediyordu. Tepe yamaçlarından havayı yararken bağların içinden fırlarken, çamların arasında uçuşurken, asla yere kondukları görünmüyor. Oldukça evcil ve korkusuzlar. Karatavuklar geldi ve adanın kokularını ele geçirdi. Burada küçük karga olarak da biliniyorlar ve oldukça zarar yol açıyorlar.”(s.101)
Leylek: “Eylülün ilk günü büyük sürüler halinde gelirler. Daha şimdiden öcüleri gelişlerini müjdeledi.”(s.102)

*Kitapta çok sayıda fotoğraftan en beğendiklerim:
-s.33 Harita
-s.65 Et satıcısı
-s.72 Dondurmacı
-s.79 Sucu
-s.111 Fayton
-s.127 Manastır
-s.159 Simitçi
-s.173 Halki

*Adalarda bitkiler:
-Lepia (s.89)
-Çam reçinesi: “Birincisi; o kadar da uzak değil. Elçilik ofisime Prinkipo’daki evimden iki saatte ulaşabiliyorum” (s.47)
“Çam yapraklarının dokularında çok miktarda reçine ve yağ içerdiğini bulmuş. Lifleri ayırmış.”(s.48)
*Dönemin gelenekleri/alışkanlıkları:

*Aşk ilanı:
“Bir aşık sevdiği kadını onurlandırmak istediğinde, kafe sahibine gizlice fısıldayarak, bedeli ödenmek üzere, bilmem kaç tane madah yaktırır ve’ta içine, her yerine yerleşmiş olan o güzelin mükemmeliyetini onu aydınlatarak hem herkese gösterir hem de şereflendirirdi. Aşık kalkar ve kara gözlü güzelin önünde Doğu usulü selamlamasını yapardı.”(s.118)

*Dilbilim:
-Latince: Facile princeps; Te Deum Laudamus; Horresco referens; Tigrides indomitea, rugiuntque leones; Carthago delenda est; Qıid debeas Roma, Neronibus Testis Metaurum flumen et Hasdrubal Devictus; Punik; İncognita; Deus ex machina; Meum et tuum; Animo revertendi.”(s.34-122-270-277-292-293-294-295-340-360-362)
-Fransızca: A force de malheurs’ ane est interessant.”(s.97)
*Mitolojide Cox’un çok sık başvurup betimleme yaptığı bir kaynak, özellikle Homeros’un eserleri.

*Yazarın eserlerini sık sık kaynak olarak gösterdiği yazarlar:
-Schlumberger, Gibbon, Murray, Hoinby, Taylor, Arnold, Byron, Gautier

*Yazarın aktardığı ilginç hikayeler:
*Cox’un ada berberinde berberle yaptığı diyalogda hangi memleketten olduğu anlaşılmasın diye farklı dillerde cevaplar verdiğini anlattığı hikaye çok komik.(s.104-110 arası). (13 dil): Danimarkaca, Almanca, İtalyanca, Macarca, Bohemyaca, Fransızca, Portekizce, Rusça, Romence, Çince, Arapça, Japonca, İngilizce.
*Macerada yarışına(yüzme-bisiklet-koşu-yürüme) katıldığımız bu dönemde, Ali Oraloğlu’yla oluşturduğumuz takıma ‘Prinkipo’ ismini verirken arada bu kitabı okumam anlamlı oldu.
*Kaplanlarla ilgili yazarın 27 kuralı (s.278-282) hem eğlenceli hem de ilginç.
“Gelen taze kokulu bir cilt ekleniyor ve ben de onu gözlerden uzak bir tembellik içerisinde dikkatle okuyorum.”(s.285)

“Pek tabi ki var benim sevgili şirin ve acımasız okuyucum.”(s.345)

Dostoyevski - Budala


AKKA-890
Okuduğum Tarih: Eylül 2013

Bu değerli romanı belki 20 sene ya da daha önce okumuştum ve o zaman da heyecanlandığımı hatırlıyorum. Gözlemlerimi yazmadığım için maalesef aklımda bir şey kalmamıştı. Şimdi tekrar okuduğum için çok memnunum.

Romanın Özeti:
Roman aristokrat olan Prens Lev adlı saralı 27 yaşındaki bir gencin İsviçre’deki tedavisinden sonra Rusya’ya St. Petersburg’a dönüp orada iki güzel kadın arasında bocalarken bir yandan da sosyeteye ayak uydurmaya çalışmasını anlatıyor. Prens Lev saflık derecesindeki iyi niyetiyle, sara hastalığının belirtisi ile beraber sık sık çevresi tarafından ‘Budala’ damgasını yiyor.
Prens Lev, St. Petersburg’a gelirken trende bir zenginin küstah ve olağanüstü hırslı çocuğu  Rogojin ile tanışıyor. Konuşmalarına kulak misafiri olan Lebedev, Rogojin’e dalkavukluk ediyor yol boyunca.
Prens trenden inince akrabası olan Yepaçin’lerin evlerine ilk kez gidiyor. Onlara kendisini tanıtıyor ve sempatilerini kazanıyor. Hatta aile reisi General İvan, prense hem katiplik işi buluyor hem de kendi asistanı Gavrila’nın ailesinin yanında ona pansiyonerlik de ayarlıyor. Prens generalin üç kızı (Adalide, Aleksandr, Aglaya) arasında Aglaya’nın güzelliği ve kişiliğinden etkileniyor. Aglaya ile Gavrila arasındaki belirsiz ilişkiye de tanık oluyor.
Prens, Gavrila’nın evine yerleşmeye gidiyor ve onun çılgın babası emekli general, Gavrila’nın kardeşleri Varvara ve Kolya ile annesi Nina ile tanışıyor. Oradayken inanılmaz güzellikteki Nastasya Gavrila’yı görmeye geldiğinde prens ondan çok etkileniyor.
Arkasından Prens Nastasya’nın evinde verdiği doğumgünü partisine aynı akşam davetsiz olarak gidiyor. Gece Nastasya’ya deli gibi tutkun olan ve babasının vefatıyla yeni ve büyük bir servete konan Rogojin eve baskın yapıyor. Sebebi Nastasya’nın o gece Gavrila ile evlenip evlenmeme kararını açıklamasıdır. Nastasya ne yapması gerektiğini Prense sorar Prens Lev de evlenmemesini tavsiye edince ortalık karışır.
Prens de vefat eden bir yakını sayesinde bir servete kavuşmuştur, Moskova’da miras işleriyle uğraşırken bir yandan Rogojin’le de görüşür. Nastasya ise Rogojin’in kendisiyle evlenmek istemesine yönelik çılgın tutkusuna karşı çıkmakta ondan hep kaçmaktadır. Prensin ara ara sara hastalığı belirtileri nüksetmeye başlamıştır.
Prens bir ara oteline döndüğünde Rogojin ile karşılaşır ve arkadaşının elinde bir bıçak vardır ama Prense saplayacakken berikinin sara hastalığı krizi gelir ve Prens merdivenlerden yuvarlanırken Rogojin ortadan kaybolur.
Prens iyileşince Pavlosk’a Lebedev’in yazlığında kalmaya gider. Orada Yepaçinlerle görüşmeye devam eder.
Prens bir gün yazlıkta herkesle beraberken kendisi hakkında çıkan bir gazete haberi okunur. Orada mirasını hak etmediği asıl vefat edenin öz oğlunun hak ettiği yazmaktadır. O kişi Yepaçinler gibi o sırada Lebedev’in evine gelmiştir. Prens ise  Gavrila’nın yaptığı araştırma sonucu elde ettiği açıklamalarıyla beraber yanlarında bulunan kişinin vefat edenin oğlu olmadığına dair foyasını ortaya çıkarır ama yine de ona para vereceğini duyurur. Ancak adam reddeder ve evi terk eder.
Davet sonrası dışarı çıktıklarında bu sefer oradan bilerek geçen Nastasya, aralarında bulunan iyi yürekli bir genç olan Yevgeniy’e iftira atar. Rogojin’de bu arada iyice Nastasya’nın piyonu hale gelmiştir.
Prensin doğum günü için yapılan sürpriz bir partide Agalaya’nın prense olan ilgisi ön plana çıkmaya başlar. Aglaya’nın annesi Lizyeta (Prensin de akrabası) kızlarını ve dolayısıyla Aglaya’yı korumaya çalışmaktadır.
Bu buluşmalarda genç veremli İppolit de bir keresinde herkese kendi anılarını/ itiraflarını okur. Hastalığı çok ilerlemiştir. Sonra kendini öldürmeye çalışır ama rezil olur.
Nastasya ise aralarda yazlık yerin etrafında sık sık belirmekle hepsinin kafalarını karıştırmaktadır. Bu yüzden Prens Nastasya’ya vurmaya yeltenen bir subayın elini tuttuğu için az kalsın düelloya davet edilmekten son anda başka birinin araya girmesiyle kurtulur.
Zaman zaman parkta ikili gizli görüşmeler ayarlanır. Nastasya ile Prens yada Aglaya ile Prens arasında. Herkes Aglaya ile Prensin evlenmesiyle uğraşıyor gibidir. Gizli mektuplaşmalar devreye girer. Bu mektuplaşmalara örnekler: Prens ve Rogojin veya Nastasya ve Aglaya.
Aglaya ile Prens arasında yakınlaşmalar artar, Aglaya Prense bir kirpi yollar. Prens bu hediyeyi neye yoracağını bilemez. Yepaçinlerin evlerindeki sosyetenin davet edildiği bir partide Prens kendisini konuşmalarıyla rezil eder daha önce Aglaya’nın içine doğarak uyarmasına rağmen salonda bulunan değerli ve antika bir Çin vazosunu düşürür ve kırar.
Aglaya Prensi Nastasya ve Rogojin’in olduğu eve götürür orada iki kadın çok kötü kavga ederler. Aglaya orayı ağlayarak terk eder. Nastasya Rogojin’i evden kovar. Prens bayılan Nastasya’nın yanında kalır.
Nastasya Prensle evlenmeye karar verir ancak düğün günü gelinliğiyle Rogojin’le ansızın kaçar. Aglaya da zaten ailesiyle kışlığa dönmüşlerdir. Aglaya artık Prensle ilişkiyi kesmiştir.
Prens St.Petersburg’a Rogojin’in evine gelir ve onu bulmak için hergün evinin etrafında dolanır. Bir gece Rogojin onu evin içine alır. Orada Prens Nastasya’nın Rogojin tarafından bıçaklanıp öldürüldüğünü görür. Sabaha polisler gelip Rogojin’i tutuklayana kadar beraber otururlar.
Rogojin 15 yıl hapis için Sibirya’ya sürgüne yollanır. Prens hastalığı ciddileştiği için İsviçre’ye tedaviye gönderilir. Yevginiy ona göz kulak olur.
Aglaya kendini kont olarak tanıtan ama aslen göçmen olan birisiyle kötü bir evlilik yapar. Bu arada hem İppolit hem de Gavrila’nın babası delilik mertebesine gelmiş general vefat etmişlerdir. Prensin de durumu ciddidir.

Gözlemlerim:

*Önemli karakterler ve özellikleri:
Prens: Saf, dürüst (Budala), saralı.
Nastasya: Çılgın(deli), güzel, isterik, kendini mutluluğa layık görmüyor.
Rogojin: İhtiraslı karanlık ruhlu, zalim.
Aglaya: Gururlu, güzel, şımarık
Genelde karakterler uçlarda yaşayanlardan yaratılmış. Aglaya güzel ve şımarık ama bir o kadar ihtiraslı, diğer yanda güzelliğiyle insanın başını döndüren Nastasya hırsıyla ortalığı karıştırmaya çalışıyor, bir başka yanda da Nastasya’nın kulu kölesi ve sonunda katili olmayı seçen Rogojin’in kendi içini kemiren dünyası. Bunların arasında Prens naif bir köprü kurmaya çalışan ama kendi duygularına da doğal olarak kapılan bir zat.

*Karakterlerin tam isimleri:
-Prens Lev Nikolayeviç Mışkin
-Parfyon Rogojn
-Gavrila Ardalionoviç
-Nastasya Filippovna
-Aglaya Yepançin
-General İvan Fyodoroviç Yepançin

*Prense ‘budala’ damgasını vuran pasajlar:
“Sık gelen nöbetler neredeyse bir budala yapmıştı onu. Profesör budalalık, delilik gibi hastalıkları kendince bir metotla, soğuk su ve jimnastikle iyi ediyormuş.” (s.32)
“Öykümüze başladığımız o sabah da acınacak bir budala, nerdeyse sadaka dilenen bir yoksul gibi.” (s.60)
“Herkes nedense bir budala olduğumu düşünüyor. Evet, bir zamanlar çok hastaydım, bir budaladan farksızdım.” (s90)
“Bir şey bilmeden gevezelik ediyorsunuz…’kendi kendine söyleyendi’ budala!” (s97)
“Nasıl oluyor da siz (içinden ’budala!’ diye eklemişti...” (s109)
“Ah! Kahrolası budala!(kendinde değilmiş gibi öfkeyle bağırmıştı. Yoksa öylesine küçümsediği bu ‘budala’nın her şeyi çok iyi anladığını ve yeterince iyi anlattığını fark ederdi.” (s110)
“Ne budala şey bu! Nereye gidiyorsun? Kim geldi diyeceksin?” (s128)
“Açıklama yaparken açık açık ’budala’ diye fısıldadığını bile duymuştu.” (s132)
“Sizin budala olduğunuzu da nereden çıkardım ki? Başkalarının hiç fark edemediği şeyleri fark ediyorsunuz.” (s152)
“Prense birilerinin tuhaf bir biçimde neden budala dediğini anlayamadığını, kendisinin de hiçte öyle düşünmediğini, prensin çok aklı başında biri olduğuna inandığını söyledi.” (s174)
“Bir buçuk milyonu var, hem prens, hem de söylediklerine göre bir budala… gerçek şimdi başlıyor işte!” (s214)
“Budala olmasına budala, ama bir şey elde etmenin en iyi yolunun karşısındakinin pohpohlamak olduğunu çok iyi biliyor; çok ilginç biri!” (s216)
“Adını kimsenin bilmediği genç ve budala bir prensten söz ediyorlardı kentte.” (s228)
“Çünkü ’o çocuk biraz şey olsa da’ bunu hak ediyordu ama ‘budala’nın yaptığına ne çok sevindiği de yüzünden belliydi.” (s233)
“Aklın körelmesi, ruhun kararması, budalalık bu ’yüce dakikaların’ gayet açık sonuçları gibi geliyordu ona.” (s287)
“Öykümüzün kahramanı gibi ya bir budala olarak büyümüş yada budalalık tedavisi gördüğü (evet, tam öyle!) İsviçre’den malum insanların bahtı açıktır.” (s332)
“Ne var ki küçük soylu çocuk her soylu çocuğu gibi bir budalaymış.” (s333)
“Soylu bir aileden geliyordu, milyonerdi, budalaydı…” (s334)
“İsviçre’de budalalık hastalığım için tedaviye dünyanın parasını akıttı.” (s335)
“Birçok kişinin budala olduğumu düşündüğünü biliyorum.” (s349)
“Evet, bir budalayım ben, su katılmamış bir budala!” (s351)
“Bu budalanın yarın onların yanına koşacağını, dostluğunu ve parasını onlara sunacağını bilmiyor sanki…” (s361)
“Cizvit, aşırı tatlı ruhlu, budala iyilik budalası milyoner…” (s380)
“Budalalıklarınıza ailemizi de karıştırdığınız için seviniyorsunuzdur şimdi…” (s381)
“Nasıl oluyor da budala diyorlar size, aklım almıyor!” (s395)
“Oysa ‘biçimsiz şey’ , ’budala’ diyordu senin için.” (s404)
“Ama bir budalaya böyle yazılamayacağını düşünemedi, sonuç da böyle oldu…”(s410)
“Ve sonra, şu iğrenç prens bozuntusu, şu pis budala ortaya çıkınca her şey birbirine girmiş.” (s.418)
“Tanrım, iyi ki bir budala o ve… ve… yabancımız değil!” (s420)
“İyi ki böyle bir budalayla oynaşıyor.” (s440)
“Bir tıp adamı mıdır, yoksa her şeyi sezinleyebilen olağan üstü zeki biri mi? (Ama sonuçta bir ‘budala’ olduğu da kesin.)” (s493)
“O zamanlar tam bir budalaydı. Doğru dürüst konuşamıyor, kendisine ne sorulduğunu bile anlayamıyordu.” (s535)
“Şu prens bozuntusu koca bir budalaydı, sonra ne sosyeteden haberi vardı, ne de sosyete kendine bir yer edinebilmişti.” (s643)
“Sonra yavaş yavaş açılmıştı, hatta prensin hiç de ‘aptal’ olmadığını, aslında hiçbir zaman da olmadığını.” (s644)
“Tanrım! Böyle… sizin gibi… beyinsiz biriyle bir şeye kalkışmak ne de hoşmuş!” (s667)
“Benim gibi bir budala… dayanılacak gibi değildim o zamanlar…” (s684)
“Bu genç prens varlıklı sayılırdı, biraz aptalcaydı.” (s727)
“Birileri sizin için budala olduğunuzu söylediğinde kabul etmiyorum bunu, hatta nefretle karşılıyorum.” (s734)
“Çok ilginç… zavallı budala! Kim bilir daha neler gelecekti başına?” (s740)
“Böyle olduğunu söyler, elini sallayıp o zaman söylediğinin aynısını söylerdi: ‘budala!’” (s775)
“Yevgini Pavloviç zavallı ’budala’nın durumuyla çok yakından ilgilendi.” (s776)

*Eşek:
“Kısa süre sonra anladım ki, eşekler son derece yararlı canlılardı, çalışkandırlar, güçlüdürler, sabırlıdırlar, pahalı değillerdir, dayanıklıdırlar.” (s67)

*Yazar okuyucusuyla zaman zaman bağlantı kuruyor, hitap ediyor, okuyucuyla kurduğu bu mesafeli diyalog romanı bir sohbet havasına da sokuyor arada bir:
“Öykümüzün akıcılığını aksatmış olmayız sanırım.” (s44)
“Öykümüze başladığımız o sabah da acınacak bir budala, nerdeyse sadaka dilenen bir yoksul gibi.” (s60)
“Öykümüzün ilk bölümünün sonunda anlattığımız...” (s227)
“Öykümüzde kahramanımızın ikinci kez sahneye çıkmasından hemen önce oluyordu bütün bunlar. Ancak öykümüzün devamına girmeden bir başka şeyi daha anlatalım.” (s236)
“Yanında okuyucunun önceden tanıdığı Lebedev’in yeğeni.” (s328)
“Ve nihayet, yukarıda söylediğimiz gibi...” (s401)
“Uyuyup da büyüsün, sırmalı giysiler içinde bir general olsun! Gelgelelim, bu arada gereksiz konulara girdik.” (s413)
“Öykümüzün şimdiye kadar okuyucuya yeterince açıklamadığımız (itiraf ediyorum bunu) kahramanlarından; Birinci grup dar kafalılar, ikinci grup ‘biraz daha kafası çalışanlar’. Birinci gruptakiler daha mutludur.” (s585)
“Şunu da unutmayalım, insan davranışlarını yönlendiren nedenler, genellikle zannettiğimizden daha karmaşık ve çeşitlidir, bu yüzden sonradan olanları nadiren kesin olarak açıklayabiliriz.” (s612)
“Size şunu da söyleyeyim, ömrümde onun kadar temiz yürekli, dürüst ve her şeye çabucak inanan bir insan tanımadım ben. Onu dinledikten sonra, isteyen herkesin onu kolaylıkla aldatabileceğini, kendisini aldatan herkesi aradan bir süre geçtikten sonra bağışlayabileceğini öğrendim ve işte bunun için de sevdim onu…” (s720)
“Kendimizi daha da sahteci konumuna düşürmemek için iyisi mi, durumu bir örnekle açıklamaya çalışalım; bakarsınız, iyi niyetli okur özellikle neyi anlatmakta zorlandığımızı anlar.” (s727)
“Kahramanımızı okurun gözünde temize çıkarmak değil amacımız.” (731-732)
“Neler konuştuklarını bilmiyoruz. Bir saat sonra barışmış, mutlu.” (s750)

*Prensin sara hastalığı nüksettiği zaman okucuyu şaşırtmakla kalmıyor aynı zamanda romana da yön veriyor, olayları etkiliyor. Özellikle Rogojin onu öldürecekken Prense sara nöbetinin gelmesi hayatını kurtarıyor:
“Ama uzun zamandır kendini kaptırdığı, o zamana kadar bütünüyle bilinçsiz olarak yaptığı bu hastalıklı hareketinin farkına varır varmaz hemen onu son derece ilgilendiren bir başka şeyi hatırlatır. Nöbetlerin başladığı zamanlardaki gibiydi. Böyle anlarda çok dalgın olduğunu, çok dikkatli bakmazsa eşyaları ve yüzleri birine karıştırdığını biliyordu.” (s285)
“Bu arada o sıkıntıların, bunalımların sara hastalığının tam nöbet gelmeden önce(nöbet uyanıkken geldiyse) bir aşaması olduğu, gerilim sırasında beyninin bir anlığına aydınlandığı, yaşam gücünün olağan üstü güçlendiği gelmişti aklına.” (s286)
“Muhammed’in sara nöbeti sırasında Allah’ın katına çıkıp, devrilen testinin suyu boşalmadan döndüğü o an gibi bir andı bu.” (s287)
“Herhalde sarası giderek güçleniyordu.” (s288)
“Yine karıştırmaya başladım gibi geliyor bana… ne tuhaf! Başım dönüyor gibi…” (s289)
“Hem hastalığı geri geliyordu, hiç kuşkusu yoktu bundan. Belki de o gün kesinlikle gelecekte nöbet. Nöbetin yakın olmasındandı belki de tüm o karanlık, o ‘düşünce’ de belki ondandı… “ (s290)
“Uzun zamandır gelmeyen sara nöbeti gelmişti. Bilindiği gibi sara nöbeti, özellikle düşüren dedikleri çeşidi bir anda gelir. O anda saralının yüzü çarpılır, özellikle gözleri kayar. Tüm bedeninde, yüzünde kasılmalar olur. Anlatılamaz, hiçbir şeye benzemeyen korkunç bir çığlık kopar göğsünden. Bu çığlıkta insana özgü her şey bir anda yok olur gider. Sara hastalarının nöbet anındaki görünüşü birçok kimseyi handiyse mistik bir yanı olan anlatılamaz bir dehşete düşürür.” (s297)

*Prensin saf iyi niyetli duyguları, naif kişiliği:
“Bunu söylerken Prensin bakışı öylesine sevecen, gülümsemesi de gizli bir kırgınlık duygusunun her türlü gölgesinden bile olsun öylesine uzaktı ki, birden duraladı general, değişik bir biçimde baktı konuğuna.” (s.29)
“Prense bir bakışta insanın bütünüyle rahatlaması olasıydı.” (s.38)
“Göründüğünüz gibi içten, temiz yürekli bir insansanız, ileride aramızda herhangi bir tatsızlık çıkmayacaktır.” (s.41)
 “Prensin masum bir şaka karşısında bile tertemiz bir genç kız gibi kızardığına bakılırsa, bence dürüst bir genç olarak onun kalbinde son derece soylu, övülesi duygular yer etmiştir.” (s179)
“Prens benim için hayatımda güvenilirliğine, sadakatine inandığım ilk insandır. İlk görüşte inandı bana, ben de ona inanıyorum.” (s.198)
“Prensin gurur ve vicdan konularında herkesin bildiği şövalyece duygusunu hesaba katıyordu.” (s.356-357)
“Paranızı ve dostluğunuzu öylesine ustaca önerdiniz ki, soylu, dürüst bir insanın bu önerinizi kabul etmesi şu anda olanaksız. Ya çok safsınız ya da çok kurnaz… Elbette siz daha iyi bilirsiniz bunu.” (s358)
“Bu budalanın yarın onların yanına koşacağını, dostluğunu ve parasını onlara sunacağını bilmiyor sanki…” (s361)
“Cizvit, aşırı tatlı ruhlu, budala, iyilik budalası milyoner…” (s380)
“Ah prens, dünyaya ne temiz, aydınlık, masum gözlerle, nasıl desem, bir çoban gibi bakıyorsunuz!” (s392)
“Böyle bir saflık, böylesine bir temiz yüreklilik insanlığın altın çağında bile görülmüş, duyulmuş şey değildir. Ansızın derin bir psikolojik gözlem gücüyle ok gibi giriyorsunuz insanın ruhuna.” (s393)
“Bakın, yalnızca size söyleyeceğim gerçeği, çünkü insanın ruhunu okuyorsunuz.” (s396)
“Ah ne saf, ne alıksın sen! Herkes aldatıyor seni, tıpkı… tıpkı…” (s.406)
“Herkes aptal yerine koyuyor seni, aldatıyor!” (s.407)
“Sizin gülünç karakteriniz sebebiyle yüzüm kızararak da olsa uyarmak
istedim sizi.” (s.455)
“Eşsiz bir insansınız, yani adım başı yalan söyleyenlerden değilsiniz, belki  hayatınız da hiç yalan söylememişsinizdir; bana da dost ve akıl hocası olarak gerekli bir insansınız.” (s.468-469)
“Bence son derece dürüst, doğru bir insansınız, herkesten daha dürüst, herkesten doğrucusunuz. Sizin için aklınızın biraz… yani arada bir aklınızdan hastalandığınızı söylüyorlarsa da haksızlık bu…” (s542)
“Prens! O kadar iyisiniz, o kadar safsınız ki, bazen acımak geliyor size içimden. Ama yine de prens onun haz duyarak, hatta zevkten kendinden geçercesine yalan söyleyenlerden, ama duydukları zevkin doruğundayken bile söylediklerine karşısındakilerin inanmadığından, inanamadığından kuşku duyanlardan olduğunu hissediyordu.” (s638)
“O harika içten saflığınızdan alay etmek küstahlığını gösterdiysem.” (s655)
“Vay! Söyledikleri kadar saf değilmişsiniz.” (s659)
“Tertemiz yüreğinin heyecanından tıkanıyordu.” (s685)
“Size şunu da söyleyeyim, ömrümde onun kadar temiz yürekli, dürüst ve her şeye çabucak inanan bir insan tanımadım ben. Onu dinledikten sonra, isteyen herkesin onu kolaylıkla aldatabileceğini, kendisini aldatan herkesi aradan bir süre geçtikten sonra bağışlayabileceğini öğrendim ve işte bunun için de sevdim onu…” (s720)

*Giyotin:
“Giyotin denen bir makineye yerleştiriyorlar, büyük, ağır ve yassı bir bıçak yukarıdan aşağı hızla düşüyor… Kafa göz açıp kapayıncaya dek bedenden kopup uzağa fırlıyor. Ama olayın hazırlık olayı çok kötü. İdam edilecek kişiye karar okunuyor, sonra özel bir giysi giydiriyorlar, gözlerini bağlıyorlar ve idam sehpasına çıkarıyorlar.” (s24)
“İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukarıdan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… işte saniyenin o dörtte biri olan süre en korkuncudur…” (s25)
“Orada kadınların idamları izlemelerinden hiç hoşlanmıyorlar. Hatta bunu yapan kadınları ertesi gün gazeteler dillerine doluyor.” (s76)
“Başı giyotinin altındayken son çeyrek saniyeye kadar düşünür mahkum, bekler ve… bilir, başının üstünde giyotinin bıçağının ansızın kaymaya başladığını duyar! Kesinlikle duyar bunu!” (s80)

*İdam edilecek kişinin son anda azad edilmesi ve bu sırada mahkumun hisleri (Dostoyevski’nin kendi başına da gelmiş, tam idam edilecekken gelen bir emirle hayatı bağışlanmış, o sırada aklından geçirmek zorunda kaldığı düşünceleri Prensin ağzından aşağıda aktarıyor olabilir):
“Ama aynı ere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra ‘Hadi git, bağışlandın’ denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu…” (s26-27)
“İdam edilecek öteki mahkumlarla birlikte onu da idam sehpasına çıkarmışlar. Siyasi bir suçu nedeniyle kurşuna dizilerek idam edileceği kararı okunmuş kendisine. Yirmi dakika sonra da bağışlandığı, ölüm cezasının başka bir cezaya çevrildiğinin karar yazısı… iki karar arasındaki yirmi dakikayı ya da en azından bir çeyrek saati birkaç dakika sonra kesinlikle öleceğini düşünerek yaşamış. O anda yaşadıklarını anlatırken büyük bir merakla dinliyordum onu.” (s72)
“Bu beş dakikada birçok yaşamı olacağını düşünerek, son dakikayı düşünmeyi bile gerekli görmüyor, önündeki zamanın planlamasını yapıyormuş: Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırmış, iki dakika da kendini son bir kez düşünmeye… Geri kalan zamanda ise çevresine son kez bakınacakmış. Önündeki zamanı böyle üçe ayırıp kullanmayı planladığını çok iyi hatırlıyordu. Yirmi yedi yaşındaydı, sağlıklıydı, güçlü kuvvetliydi, ama ölecekti. Arkadaşlarıyla vedalaşırken birine hayli tuhaf bir soru sorduğunu, aldığı cevabı da çok ilginç bulduğunu hatırlıyordu. Daha sonra, kendini düşünmek için ayırdığı iki dakika başlamış.” (s73)

*Ukala:
“Bu tür ukala insanlara toplumun belli kesimlerinde kimi zaman, hatta çoğu zaman rastlanır.” (s5)

*Aşk romanın önemli temalarından. Yalnız aşık olanların hiçbirisi şanslı değil. Birbirlerine gerçekten aşkını gösterip karşılığını alan kimse yok diyebiliriz. Bu karasevdalık karakterleri daha hırslı, heyecanlı, sıkıntılı yapıyor. Hatta aşksızlık onların içindeki kötüyü de ortaya çıkartıyor:
“O anda Nastasya Filippovna da bir mağazadan çıkmış, arabasına biniyordu. Şurama bir ateş düştü sanki.” (s11)
“Ve belki de hüzünlü son günümde, bir veda gülümsemesiyle ışıldar aşk.” (s712)

*Çocuklara Dilek:
“Uyuyup da büyüsün, sırmalı giysiler içinde bir general olsun!” (s413)
 Acaba o dönemlerde Türk/Osmanlı toplumunda ne dilenirdi çocuklar için?

*Deyimler:
“Aman, battı balık yan gider!” (s12)
“Yabancısı olduğun manastıra…” (s20)
“Tabak beğendiği deriyi yere çalar.” (s155)
“Kurttan korkan ormana girmez.” (s183)
“Elin ağzı torba değil ki büzesin.” (s261)
“Malum insanların bahtı açıktır.” (332)

*Uşak:
“Öte yandan, uşaklar genellikle efendilerinin sandığından daha zeki oldukları için...” (s21)

*Acıma:
“Acıma duygusu bütün insanlığın başlıca ve belki de tek yasasıdır.” (s292)

*Gurbet:
“Evlerin içi biz Rusların alışık olmadığı kadar soğuk. Doğrusu, dünden beri durmadan Rusça konuşmak geliyor içimden.” (s23)

*Dahiler:
“Mucitlere, dâhilere kendi alanlarında çalışmalarının başlangıcında (çoğu zaman sonunda da) toplum içinde aptal gözüyle bakılır. Son derece olağan, alışılmış bir durumdur bu.” (s412)

*İş Adamı:
“Aslında kalın kafalılık her iş adamı için olmasa bile, en azından para sahibi olmayı ciddi olarak düşünen herkes için zorunlu bir özelliktir.” (s414)

*İmza:
“Eski başrahiplerimizin, metropolitlerimizin hepsi belgelere enfes imzalar atarlarmış; kimi zaman büyük bir özenle, titizlikle koyarlarmış imzalarını!” (s39)

*İnsan ilişkileri:
“Çünkü çok sık böyle gelir insanlara, ortak yanlarının olmadığını sanırlar. Oysa çok ortak yanları vardır… insanların tembelliğinden, bir de birbirlerini nasıl görünüyorlarsa öyle değerlendirdiklerinden, onlarda başka bir şeyler bulamadıkları için oluyor bu…” (s30-31)
“Hepsi doğaldı tabii bunların, insanlar birbirlerine acı çektirmek için yaratılmıştır.” (s501)

*Cezaevi:
“Sonra insanın cezaevinde bile kocaman bir yaşam bulabileceğini düşünüyordum.” (s71)

*Mutluluk:
“Mutlu olduğunuzu söylediğinize göre, herkesten daha az değil, daha çok yaşamışsınız demektir.” (s75)
“İnsanların mutluluk peşinde acele etmesini, gürültü çıkarmalarını, telaşlarını anlatıyor!” (s475)

*Çocukların Eğitimi:
“Her şey anlatılabilir çocuklara, her şey… Büyüklerin çocukları hiç tanımamaları her zaman şaşırtmıştır beni.” (s82)

*Dil Bilimi:

-Fransızca: O dönemde Rus dili çok yoğun bir Fransızca hakimiyeti altındaymış. İnsanlar kendilerini neredeyse Rusça’dan çok Fransızca konuşarak daha iyi ifade ettiklerini düşünüyorlar ve Fransızca konuşmak sosyete arasında özentilik yaratıyor.
“Jes vous aime, Marie.” (s88)
“Bonjour, notre bonne Marie. Nous t’aimons, Marie.” (s90)
“Leon s’en va, Leon s’en va pour toujours.” (s93)
“Chere Babette.” (s114)
Avis au lecteur.” (s117)
“Mon mari se trompe. Ben qu’on se trompe.” (s122)
“C’est du nouveau.” (s137)
“Rira bien qui rira le dernier.” (s158)
“Pour passer le temps.” (s169)
“Embarras de riçhesse.” (s184)
“De la vraie souche.” (s195)
“Monsieur aux camelias.” (s208)
“Lever du roi.” (s249)
“Encore un moment, monsiur le bourreau, encore un moment.” (s250)
“Tete-a-tete” (s436)
“Bonne cehance.” (s444)
“Apres moi le deluge.” (s488)
“Les extremites se touchent.” (s.515)
“O, puissent voir votre beaute sacree Tant d’amis sourds a mes adieux Qu’ils meurent pleins de jours, que leur mort soit pleuree Qu’un ami leur ferme les yeux.” (s523)
“Voila’un garçon bien eveille. Qui est ton pere.” (s630)
“Conseil du lion. Bah! II. Devient superstitieux.” (s635)
“Le roi de Rome.” (s636)
“Petite fille alors. Ne mentez jamais! Napoleon, votre ami sincere.” (s637)
“Fraternite ou la mort.” (s690)
“C’est tres curieux et c2est tres serieux!” (s695)
“Laissez le dire.” (s698)

-Rusçaya giren Fransızca sözcüklerin eleştirisi:
“Fransızca bir sözcük bu. Rusçaya giren bir çok sözcük gibi bir sözcük. Aslında pek savunduğum bir şey değil ya…” (s559)

-Almanca:
“Tren biletini de alıp nach Russland, hoşça kal İsviçre.” (s333)

-Latince:
“Mea culpa, mea culpa…” (s673)
“Non possumus. (s688)

*Etkilendiğim Cümleler:
“Çocuklar insanın ruhunu hafifletir.” (s83)
“İyilik tohumunuzu, sadakanızı, hangi biçimde olursa olsun, iyiliğinizi başka birine verirken, ona benliğinizin bir bölümünü vermiş ve onunkinin bir bölümünü kendinize almış oluyorsunuz. Karşılıklı olarak kişilikleriniz birbirine karışmaktadır. Bilim ve bu yaşam uğraşınız sonunda sizi çok büyük bir tohum atmak, dünyaya dev bir düşünce armağan etmek düzeyine çıkaracaktır…” (s513)
Tanrı birini cezalandırmak istediğinde önce aklını karıştırırmış derler…” (s561)
“Söyledikleriniz kalbimdedir… kalbimin derinliklerinde! Orası sözlerinizin mezarıdır!” (s564)
“Hiçbir şeye şaşmamak çok zeki olmanın işareti derler. Bence aynı ölçüde aptallığın da işaretidir…” (s709)

*Güzellik:
“Güzellik bir gizemdir.” (s96)

*Öfke:
“Böyle sinirlenen insan öfkesinden neredeyse haz duymaya başlar, artarak güçlenen bu duygusuna gittiği yere kadar bütünüyle bırakır kendini.” (s126-127)
“Kafiyelerinde uzlaşmaz öylesine çok öfke vardır ki.” (s523)

*Prens çok iyi bir gözlemci ve analitik bir beyine sahip:
“Bence son derece olağan bir insansınız, belki biraz zayıf, orijinal hiçbir yanı olmayan sıradan bir insan.” (s156)
“Mektuptan hoşlandığınızı saklamaya çalıştığınız için söyledim öyle. Duygularınızdan niçin utanıyorsunuz? Her zaman duygulusunuzdur siz.” (s409)

*Para:
“Aslında para insana yetenek bile kazandırdığı için aşağılık, nefret edilecek bir şeydir.” (s158)

*Kitapta bahsi geçen bazı eserleri özellikle okumuş ve arşivlemiş olmaktan gurur duyuyorum. Bunlar o dönemin yazarlarını ve dolayısıyla farklı milletleri derinden etkilemiş büyük eserler:
-Kamelyalı Kadın (s100-192-193-208-671) [AAKA-363]
-Don Kişot (s239-313-314-315-316) [AAKA-775, AAKA-776]
-Akıldan Bela (s312-377-423)
-Don Juan (s681) [AAKA-870]
-Madame Bovary (s763) [AAKA-736]

*St. Petersburg:
“Yaz başında bazen çok güzel, güneşli, sıcak, durgun günler olur. Petersburg’da.” (s284)
“Petersburg’umuzun buzların çözüldüğü mevsimdeki insanın sinirlerini bozan havasını ekleyin.” (s735)
“Petersburg’un ‘beyaz’ yaz geceleri hafifçe kararmıştı.” (s767)
2000 yılı öncesi St. Petersburg’a ailecek gittiğimizi ve Dostoyevski’nin evini de ziyaret ettiğimizi hayal meyal hatırlıyorum, şehir bende asil, yumuşak ve sanatsal hisler bırakmıştı.

*Annelik:
“Yavrusunun ona bakarak ilk kez gülümsediğini gören bir annenin sevinci böyle olur.” (s280)

*Yaşlanmak:
“Yaşlı insanlarda uzak geçmişi hatırlamakta pek sık görüldüğü gibi, belleği bir anda aydınlanmış, olayı en küçük ayrıntısına varana kadar hatırlamıştı.” (s309)

*Roman içinde romanlardan bahsetmesi:
“Sizin o dediğiniz… romanlar da olur!” (209)
“Aslında aynı şeyleri romanlarda okumuş olsalar da.” (s370)
“Bütün olaylara önceden hazırlanmış, bir romandaymış gibi son derece uygun bir biçimde birbirini izlemişti.” (s509)

*’En kötü’ davranışı anlatma oyunu:
“Sırayla herkes, masadan kalkmadan, hayatında kötü davranışlarının en kötüsü olduğunu düşündüğü bir davranışını yüksek sesle, içtenlikle anlatacaktı. Ama içtenlikle, önemli olan içtenlikle anlatmasıydı, yalan söylemeyecekti!” (s180)
Kitabın bu bölümü çok heyecanlı ve bir o kadar da kışkırtıcı ve rahatsız ediciydi. Karakterlerin başlarından gelen kendilerini kötü hissettiren ve halen vicdan azabı çektiren anılarını anlatmaları insanı ürpertiyordu.

*Düello:
“Evet, ama düellolarda çok seyrek isabet ettirirler.” (s449)
Maalesef, dönemin kanuni yollara başvurmadan insan katline sebep olabilecek kötü bir yöntemi olarak kullanılmış düellolar. Puşkin bile böyle bir düelloda hayatını kaybetmiş. Yazar da bu konuya değinerek eleştirisini yapıyor.
*Gerçek:
“Hemen her gerçeğin kendine özgü değişmez yasaları varsa da, gerçek neredeyse her zaman inanılmaz ve gerçeğe ters gibi görünür. Öyle ki ne ölçüde gerçekse, bazen o derece gerçeğe ters izlenimi verir.” (s477)

*Verem:
“Hastalıklarının son evresinde veremlilerin kimi zaman geçici delilik anları yaşadıklarını söylemişlerdi bana.” (s492)

*Yaşam:
“Önemli olan yaşamdır, yalnızca yaşam… onun keşif süreci, sürekli ve bitmek tükenmek bilmeden yaşamı keşfetme çabası, yoksa keşfetmiş olmak değil…” (s500)

*Yoksulluk:
“Bu öyle bir yoksulluktur ki, onunla mücadeleye her kalkışıldığında sonunda düzensizlik üste çıkar, hatta insanlar artık onunla mücadelede kurtuluşu düzensizlikte bulur, bu düzensizlikten de her gün biraz daha artan acılı, intikam duygusu dolu bir haz duymaya başlarlar.” (s505)

*Sadaka:
“Bireysel ‘sadaka’ dedim, insanın doğasını incitir, kişiliğini aşağılar. Ama örgütlü ‘sosyal sadaka’ ile kişisel özgürlük iki ayrı kavramdır ve biri ötekini yok etmez.” (s511)
“İyilik tohumunuzu, ‘sadakanızı’ hangi biçimde olursa olsun, iyiliğinizi başka birine verirken, ona benliğinizin bir bölümünü vermiş ve onunkinin bir bölümünü kendinize almış oluyorsunuz. Karşılıklı olarak kişilikleriniz birbirine karışmaktadır.” (s513)

*İsa’nın resmedilişine eleştiri:
“Ressamlar İsa’yı tablolarında ya çarmıhta ya da çarmıhtan indirilmiş, olağan üstü güzel bir yüzle vermişlerdir. En büyük acıları çekerken bile bu güzelliği eksik etmezler yüzünden. (s516)
“Cesedi tam böyle idiyse(gerçekten de öyle olması gerekirdi) , onu böyle gören bütün öğrencileri, gelecekte ki önemli havarileri, onu izleyen ve haçın dibinde bekleyen, ona inanan, tapan bütün kadınlar cesedine bakarken bunca acıya katlanmış bu adamın dirileceğine nasıl inanacaktı? Burada ister istemez şöyle düşünüyor insan: Ölüm böylesine korkunç bir şey ise, doğanın yasaları böylesine güçlüyse nasıl üstesinden gelinebilirdi bunun?” (s517)
“Ressamlar İsa’nın resmini hep İncil’de anlatılan öykülere göre yapmışlardır. Ben olsam öyle yapmazdım: O tek başına olurdu benim tablomda. Kimi zaman yalnız bırakıyordu onu havarileri.” (s576)
Yazarın din eleştirisi beni şaşırttı. O dönem böyle eleştiriler yaptığı için din-sosyal çevrelerinden kötü tepkiler de almış olabilir.

*Kitapta Geçen Şiirler:
“Kaldırmıyordu kimsenin karşısında,
Yüzündeki çelikten kafesi.” (s313)

“Bir zamanlar zavallı bir şövalye vardı,
Sessiz ve sade,
Somurtkan ve solgun,
Cesur ve dürüst,
Bir hayale kapılmış,
Aklının almadığı,
Hiç unutamadığı,
Ta yüreğine işlemiş.
O gün bu gündür içi yandı,
Kadınlara dönüp bakmadı,
Ömür boyu konuşmamaya,
Kararlıydı hiçbiriyle.
Atkı yerine boynuna,
Bağlıyordu tespih,
Kaldırmıyordu kimsenin karşısında
Yüzündeki çelikten kafesi.
İçi saf sevgiyle dopdolu,
Tatlı hayaline sadık,
Kanıyla yazmıştı.
Kalkanına A.M.D. diye.
Ve Filistin çöllerinde
Kayalık kalelere,
Saldırmış soylu şövalyeler,
Haykırarak kadınların adını.
Ama o, Lumen coeli sancta Rosa!
Diye bir nara attı çılgınca,
Gök gürültüsü gibiydi savaş narası,
Dağıttı tekmil Müslümanları.
Uzak ellerden dönünce,
Kapandı şatosuna,
Sessiz sedasız, hüzünlü,
Yaşadı ve öldü bir çılgın gibi…” (s318-319)

“Şneyder’in paltosu sırtında,
Tam beş yıl oyalandı durdu Lyova
Sıradan, sıkıcı işlerle,
Doldurdu günlerini.
Ayağına dar gelen potinlerle dönünce,
Milyonluk bir mirasa kondu,
Tanrı’ya dualar etti Rusça,
Ama yine de soydu öğrencileri.” (s337)

“O, puissent voir votre beaute sacree
Tant d’amis sourds a mes adieux!
Qu’ils meurent pleins de jours, que leur mort soit pleuree!
Qu’un ami leur ferme les yeux!” (s323)

“ne mentez jamais!
Napoleon, votre ami sincere.” (s637)

“ve belki de hüzünlü son günümde,
Bir veda gülümsemesiyle ışıldar aşk.” (s712)

*Var olmak:
“Ama bana ‘ben varım’ deme bilinci verildiğini kesinlikle biliyorsam, dünya düzeninin hatalı kurulmasından, başka türlü varlığını sürdüremeyeceğinden bana ne?” (s524)

*Sık Bahsedilen Önemli Kişiler:
Napolyon, Puşkin, Gogol. Özellikle yazar Puşkin ve Gogol’a büyük saygı duyuyor belli ki. Son dönemde iki yazarın da önemli birer eserini okudum. Puşkin’in romanı ‘Yüzbaşının Kızı [AAKA-896] ve Gogol’ün romanı ‘Ölü Canlar [AAKA-900].

*Yalan:
“Çünkü insan yalan söylerken sık rastlanmayan veya inanılmaz, yani çok ters, hiç olmamış bir şey söylüyor ve bunu başarıyla anlatmak becerisini gösteriyorsa yalan çok daha inandırıcı oluyor.” (s348)
“Ama yine de Prens onun haz duyarak, hatta zevkten kendinden geçercesine yalan söyleyenlerden, ama duydukları zevkin doruğundayken bile söylediklerine karşısındakilerin inanmadığından, inanamadığından kuşku duyanlardan olduğunu hissediyordu.” (s.638)

*Sosyete:
‘Sosyete’ gibi tuhaf bir adı olan topluluğu hayatında ilk kez görüyordu. Özel birtakım niyetlerle, düşüncelerle, merakla bu büyülü çevreye girmenin hayalini uzun zamandır kurduğu için ilk izlenimi etkilemişti onu. Çarpılmış gibiydi. Birden bütün bu insanlar bir arada olmak için doğmuşlar...” (s677)

*Yazarlık:
“Yazarlar romanlarında, öykülerinde çoğu zaman toplumda belirgin özellikleri olan tipleri ele almaya ve onları canlı, sanat değeri olacak biçimde anlatmaya çalışır. Değişik özellikleri olan bu çeşit tiplere toplumda sık rastlanmaz ama, aslından bunlar gerçeğin kendinden de gerçektir. Örneğin Podkolyosin kendine özgü, hatta abartılı bir karakterdir belki, ama asla uydurma değildir. Kafası çalışan çok kişi Gogol’ün Podkolyosin’ini öğrendikten hemen sonra, iyi yürekli tanıdıklarının, dostlarının yüzlercesinin Podkolyosin’e korkunç derecede benzediğini düşünmeye başlar.” (s538)
“Bu romancı özelliği olmayan, tam anlamıyla ‘sıradan’ insanları ne yapacak, hiç değilse biraz ilginç göstermek için eserlerinde okuyucunun karşısına ne diye çıkaracak onları?” (s583-584)

*Kaybetmek:
“Kaybettiği bir şeyi bulmayı çok istediği zaman insan bazen öyle yapar… Bakar bir göremez, bomboştur baktığı yer, öyleyken yine de on beş kez bakar aynı yere.” (620)

*Karar Almak:
“Kuşkusuz, bunu bana sorması, çok büyük zeka sahibi bir insanın kimi zaman son anda işi yazı turaya dökmesi gibi bir şeydi.” (s635)

*Yazarlara Eleştiri:
“Büyük ama ölmüş bir yazarın dostluğuyla, bu dostluğunu yazıya dökerek övünmeyi pek seven edebiyatçılar çoktur.” (s680)

*Ruslara Eleştiriler:
“Rus insanının pek önemsemediği çalışma isteğine de sahip olduğum için yani.” (s614)
“Rus halkının bu yüksek tabakası gerçekten işe yaramaz, devri geçmiş, boş, elinden yalnızca ölmek gelebilen, ölmekte olduklarını bile fark etmeden geleceğin insanlarıyla kıskançlık içinde.” (s698)
“Avrupa hayranlığını bırakalım artık, aklımızı başımıza toplayalım. Burada her şey, bütün bu yurtdışınız… bütün bu Avrupa’nız…hepsi hayal bunların, yurtdışındaki biz Ruslar da hayalden başka bir şey değiliz… unutmayın bu dediğimi ileride görüp anlayacaksınız!” (s779)
“Bizde hep, uygulayıcı insanlarımızın olmadığından yakınılır.” (s411)

*Çağa Sitem:
“Herkesin bir sıkıntısı var Prens… özellikle de bu tuhaf, huzursuz çağımızda.” (s617)

*Ruslara Özgü Bilgiler/özellikler:
“Evlerin içi biz Rusların alışık olmadığı kadar soğuk.” ( s23)
-Kupa arabası. (s187)
-Palki (s246)
-Troykalar (s219)
“Rus ruhuna bütün içtenliğiyle inanmaya başlamıştı.” (s289)
-Nihilizm (s326, 415, 418)
 -Liberalizm (s421, 422, 424)
“Herhangi bir Rus başkalarından alınma değil de, kendinin olan bir şey söylediğinde veya yazdığında, Rusçası çok kötü bile olsa, anında ulusal kabul ediliyor.” (s423)

*Roman İçinde Kahramanların Anlattıkları bazı hikayeler:
-Prensin İsviçre’deyken acıdığı fakir Mari (s82-83-84-85)
-Trende puroya karşın finonun camdan atılması (s138-139)
- 3 rubleyi çalan Ferdışçenko’nun bu yüzden hizmetçinin kovulmasına neden olması (s186)
-Askerdeyken yaşlı bir kadına bir kase yüzünden bağıran subayın kadının öldüğünü fark etmesi (189-190)
-Kamelyayı tiyoyu verenden önce bulup kıza ileterek o kişiye kötülük yapmış olmak.(s192-193-194-195)

*Nihilist:
Nihilistler arasinda kimi zaman  okumuş,  hatta bilgili insanlar bile vardir,  ama bunlar onlardan cok daha ileri gitmişler efendim.  Çünkü once eylem adamidirlar.  Gerci nihilizmin bir sonucu gibiler,  ama dogrudan degil de dolayli olarak. ..” (s326)