21 Kasım 2013 Perşembe

Halid Ziya Uşaklıgil - Mai ve Siyah


Okuduğum Tarih: Ağustos 2010

Halid Ziya’nın bu değerli eserine hayran oldum. Eser, Ahmet Cemil’in başından geçenleri hayata baktığı iyimser ve kötümser açılardan işleyerek okuyucuya sunuyor ve hayata tutunmak için çok önemli dersler içeriyor. 

Romanın Özeti:

Ahmet Cemil, babası vefat ettikten sonra hayatın gerçekleri ile, para kazanma ihtiyacıyla karşı karşıya kalmış şair ruhlu bir gençtir. Her ne kadar annesi ve kız kardeşi İkbal’e karşı görevlerini yerine getirip evi geçindirecek kadar para kazanabilecek noktaya gelse de “hülya”larının hayatını yönetmesini engelleyemeyerek gerçeklerden kaçar ve sonunda acısını fazlası ile öder.

İlk hatasını kız kardeşini çalıştığı gazetenin sahiplerinden birinin oğluna vererek yapar. Kocası vahşi, kötü karakterli bir kişi olduğu için hem İkbal’e kötü davranır hem de patron babası çalışamayacak kadar hastalanınca matbaanın yöntemine el koyarak gazeteyi kötü bir şekilde yönetir ve bunun sonucunda işi büyütmek uğruna Ahmet Cemil’in işini ipotek ettirir.

Öte yandan da Ahmet Cemil, hem sınıf hem de yakın arkadaşı olan Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’ya tutulur. Aralarındaki ekonomik sınıf farkının evlilik ile kapanacağını hayal etse de kendi işlerinin düzelmeyip tam tersine bozulması yüzünden ve bu hayalleri gerçekleşmez. Lamia’dan ilgi aldığını düşünse de sonunda Lamia başkası ile evlenir.

İkbal hamile kalmıştır ve Vehbi tüm aileye çok kötü davranmaktadır. Ahmet Cemil köşeye sıkışmıştır. İkbal fena halde hastalanınca Ahmet Cemil bir kere daha gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır ama bu ona çok pahalıya mal olur çünkü kız kardeşini kaybeder ve bu arada Vehbi de onu matbaadan kovacak noktaya gelir.

Ahmet Cemil iyicene depresyona girer ve hayatını belki de ilk kez tam anlamıyla değerlendirip İstanbul’u terk etme kararı alır, annesiyle beraber vapura binip giderler.

Gözlemlerim:

*Çok güçlü bir roman. Çok etkilendim ve Halit Ziya’nın anlatım gücüne hayran oldum.

 *Ahmet Cemil’in kendi eserini edebiyatçılardan oluşan bir gruba sunduğu bölüm çok etkileyici. Şiir genel olarak romanın her tarafına sinmiş durumda. Ayrıca doğu ve batı şiir ekollerinden de sık sık bahsediliyor. Nef’i, Fuzuli, Nedim, Verlaine, Lamartine, çok bahsi geçen şairlerden.

*Romanın büyük kısmı küçük çapta bir matbaada geçtiği için kendi mesleğimle olan bağlantısı beni heyecanlandırdı. On sekiz yıldır bilfiil ve öncesinde de çocukluğum boyunca matbaa-ambalaj sektörünün havasını soluduğum için kendimi romanda geçen matbaada evde gibi hissettim. Ayrıca dizgi, litografi, harf baskısı gibi terimleri okumak hoşuma gitti. 

*Eski İstanbul’un semtleri hikaye boyunca gözümüzün önünden geçti. Şehzadebaşı, Direklerarası, Galata, Beyoğlu, Vezneciler, Erenköy, Taksim, Boğaziçi bölgesi, Cihangir…

*Aslında Ahmet Cemil’in önüne romanın başında ona model olabilecek bir karakter konulmuştur: Raci. Ahmet Cemil’in eserlerini hep eleştiren bir kişi olarak Raci, kendi evliliğini ve oğlunu takmayıp sahip olduklarının değerini bilmeyerek sonunda sefalet içinde yataklara düşüyor ve ölüm döşeğinde yapmadıklarının vicdan azabını  çekiyor. 

*Şiir
“Şiirin nasıl bir lisana muhtaç olduğunu bilseniz” (s22)

*Mai ve Siyah
“Şurada –beynini gösteriyordu- bir şey var, bir şey duyuyorum ama rüyalarda tutulamayan şekiller gibi parmaklarımın arasından kaçıyor. Bilir misin, nasıl bir şey? Bak şu semaya, ne görüyorsun, mailiklerden mürekkep bir derya. Gözlerinle onun içine girmeye çalış; o mailikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mai… Daima mai… Değil mi? Sonra, bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş siyah bir renk… Of!... O siyah tabakaları parçalayarak içeriye bak; in, in, in, ne kadar inebilmek mümkünse o kadar in; ne buluyorsun? Daima siyahlık değil mi? İşte öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mai daima mai; aşağı bakılsa siyah daima siyah…” (s61-62)

*Matbaa ile ilgili tasvirler:
“İdare memurunun kalem çıtırtısıyla müdürün öksürüğü matbaa makinesinin demdarlarıdır.”(s15)
“Sade harf değil, hatta bir de taş makinesi ister, o vakit bir matbaa hakikaten bir matbaa olur, para kazanmak ne demek olduğunu o zaman anlarız..”(s237)
“Vehbi bey şimdi tasavvurlarını izah ediyor, matbaayı büyütüyor, liralarla oynuyor, makineleri petrolle işletiyor, bütün devair evrakını iltizam ediyor, matbaa şubeleri açıyor; bir kitaphane, bir mücellithane vücuda getiriyordu.” (s238)
“Litografya (Taş baskı) makinesi ta dipte üzerine yelken bezinden örtüsü çekilmiş duruyordu. Ahmet Cemil en evvel onu bir muhabbet nazarı selamladı: “Dünyada yegane servetim!” diyordu. İlerledi; buraya ne vakit girse yağ, petrol, kağıt mürekkep kokusundan toplanma ekşi havasından garip bir haz duyardı, ciğerinin bu havayı teneffüse muhtaç olduğunu, bu alemden çıkacak olursa kanının kuruyacağını zannederdi.” (s315)

*Okumak:
“Okumak lazım, ben hizmetçilik etmeye mecbur olayım, fakat onu ileride uşaklığa mecbur olmaktan kurtarmak lazım değil mi?...” (s115)

*Ahmet Cemil ve Hüseyin Nazmi’nin dostluğunu anlatan bölümler;
“İki arkadaş küçüklükten beri hissiyat ve efkar teşrikine (duygu ve fikir ortaklığına) o kadar alışmışlardı ki yekdiğerinden (birbirlerinden) birkaç gün iftirak etseler (ayrılsalar) manevi tamamiyetlerine nakısa (ruhsal bütünlüklerine eksiklik) gelmiş zannederler.” (s 121)
“Ahmet Cemil’in ağzında bu tebrik şu iki arkadaşın hayatını teşkil den tezat (hayatını oluşturan karşıtlık) zincirinin artık son halkası hükmünde idi. Birbirine söyleyecek bir şey kalmamıştı…”(s394)

*Ahmet Cemil’in hülyaları:
“Arkadaşını dinledikçe kalbine bir merhamet hissi duyuyordu. Niçin? Bu merhametin mahiyetini pek iyi takdir edemiyordu, belki Ahmet Cemil bu hülyalara (hayallere) esir olduğu için…Hakikatin daima hülyanın dununda (Geçeğin her zaman hayalin altında) kaldığını bilirdi, onun için o söyledikçe vicdanında hafi (gizli) bir sesin: “Zavallı çocuk!” dediğini işitiyordu.” (s135)
“Ahmet Cemil rüyalarının şu sefil hakikatinden (acı gerçeğinden) tam bir hafta kaçtı.” (s190)
“Birden bire hiç intizar olunmayan (beklenmeyen) bir zamanda zihne çarpıvermiş hakikatler vardır ki senelerden beri katre katre, muhtelif zamanlarda döküle döküle birikmiş emarelerin küçük küçük, başlı başlarına manasız nişanelerin (belirtilerin) birdenbire doğuveren neticesidir. Bir hiç, fikirden geçen bir rüzgâr, o manasız emareleri, nişaneleri açıverir; bunlar, aralarında mani cidarlar (engel duvarlar) kalkıvermiş zerreler gibi yekdiğerine iltihak eder (bir diğerine katılır), birbirini bulur, onlardan bir küme teşekkül eder ki görmemek mümkün olmayan bir hakikat hükmünü alır… Şimdi Ahmet Cemil’in zihninde o deliller toplanıyor, birbirine sokularak güya birer aşina selamıyla buluşuyorlar.” (s275)
“Zavallı hülyaları!.. Onlar bu sefil hakikatlerden (zavallı gerçeklerden) ne kadar uzak kalmışlardı!..” (s314)
“En küçük sebepleri en büyük hülyalara kâfi addetmiş, kendisine sahte esaslar üzerinde kurulmuş bir hayat vücuda getirmiş idi. İşte şimdi hakikatin insafsız rüzgârları üzerinden geçtikçe o hülyaları hep birer birer düşürmüş, onu şuracıkta en küçük bir yaşamak arzusundan tam bir mahrumiyet içinde bırakmış idi.” (s381)

*Vicdan hesabı:
“Fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. Kötü işler sahibi olanlara sorunuz, hepsinde kendi kendilerince icat edilip itina ile takviye edilmiş sebeplere tesadüf edersiniz.”(s154-155)

*Aşk:
“Sevmek bu muydu?.. İnsanı güya gene içinde sıkıp sıkıp da birisinin ayakları altında ezik, bitik, can çekişerek atmak isteyen öldürücü bir şey, sevmek bu muydu?..” (s225)
“Lamia o beyaz tül örtüyü açsaydı; Ahmet Cemil’in uzun kumral saçlı başını o kıvırcık gür siyah saçları arasına çekseydi, o kadar ki saçları birbirine karışarak siyah ve kumral bir memzuce teşkil etseydi (karışım oluştursaydı), sonra o tül şu bir çift baştan mürekkep (oluşan) sevgi levhasını gizleyip o küçücük kırmız şemsiyede bu şiiri sahranın yalnızlığından bile esirgeyerek yakuttan bir büyük taç şeklinde örtseydi…” (s226)

*Mai ve Siyah romanında özellikle 3 rengin üzerinde yazar çok durmuş:
Mai hayalciliği simgeliyor:
“Hele mai bir cübbesi vardı ki pek yakışırdı.” (s48)
“Kendi kendisine: “Uyu zavallı çocuk, yeşil eski çuhalı yazıhanenin kenarında, karanlık çamurlu sokaklarda, küçük nazlı çocuğun daima esneyen çehresi geçen o meşakkatli ve mihnet (yorgunluk) saatlerinden sonra şu sıcak temiz yatağın içinde, münevver mai (ışıklı, mavi) bir semanın (gökyüzünün) baran-ı elması (elmas yağmuru) altında, tuluunu (doğmasını) beklediği ümit güneşini görmeye çalışarak; derin, uzun bir tesliyet (avunma) uykusuyla uyu!..diye içinden bir ninni söyler gibidir.” (s103-104)
“Hüseyin Nazmi’nin her şeyi soğukkanla tetkik etmekten ibaret olan felsefesine iştirak edemiyordu; bahis burada bitmiş gibi göründü, Hüseyin Nazmi mai kurşun kalemiyle risalenin (derginin) matbaa müsveddelerini tahsis ederken (düzeltirken) onun gözleri ile kameriyenin sarmaşıkları arasında yer yer açılmış aralıklardan birer zümrüt pencere buldu, biraz iskemlesine yaslanarak gurubun (güneşin batışının) bir esmer ve şeffaf tül gibi semanın ipek sathına (yüzeyine) gerilen gölgelere daldı, son ziya bakiyeleri (son ışıklar) bir taraftan küçük bir bulut parçasının kenarına oyalar talik ediyor (asıyor), güneşin son demlerinden (soluklarından) çıkan bir nefes gibi serin, hafif bir hava bu uzun ve sıcak günden sonra sahralardan kalkan akşam buğuları üzerinden hafif darbeciklerle kanatlarını silkerek geçiyor, sabahtan beri güneşin bu sahranın üzerinden çektiği ılık kokuları tekrar arza (yeryüzüne) serpiyordu.” (s 127-128)
“Bahçe tenha idi; henüz yapraklanmış bir ağacın altında mai şemsiyesini açmış, alçak ökçeli potinlerini önüne çektiği bir iskemlenin kenarına dayamış, gözlüklü ihtiyar bir İngiliz mürebbiyesi (eğitmeni); biraz beride ellerinde küçücük küreklerle bahçeden kum toplayarak mini mini kovalara doldurmak mühim (önemli) işiyle etrafı görmeye vakitleri olmayan iki çocuk, saçları rüzgarlara savrularak, başlarından kaymış hasır şapkaları arkalarında çırpınarak, uzun konçlu düğmeli potinleri kumlara temesa etmiyormuşçasına bir çeviklikle koşarak çemberlerini çeviren bir örnek esvaplı (elbiseli) iki kız, hayatının en uzun yorgunluklarını bir gazetinin tefrikasında (yazı dizisinde) dinlendiren bir ihtiyar, ötede beride tek tük zümreler (topluluklar) koşuşan bağrışan çocuklar, daha sonra Ahmet Cemil’in gözleri bunlardan ayrılarak, bayırın üstünde uçuyor, mütebessim elvanıyla (gülümser renkleri ile), manzaralarının ivicaçlarıyla (eğri büğrü olmaları ile) yeşil tepelere doğru tırmanmış yahut mai sulara doğru akıvermiş gibi duran binaları ile Boğaz’ın sakin levhasına (görüntüsüne) dikiliyordu.” (s204-205)
“Bu aralık ta yanı başında koşan bir kız kumların üzerinde yüzü koyun düştü Başını çevirdi, çocuk iri mai gözleri ile istimdat ederek (yardım isteyerek) ona bakıyordu, yerinden kalktı, çocuğun ellerinden tuttu, kaldırdı…” (s207)
“Ta hülya hülya hayatının başlangıcında, ümitlerinin incilası (parlaklığı) zamanında Tepebaşı Bahçesi’nde Haliç’e bakarak seyrettiği mai gece ile o baran-ı elmas tahattur etti (o elmas yağmurunu hatırladı).”

*Siyah gerçek hayat ve realizmi simgeliyor hatta kötümserliği çağrıştırıyor:
“Öyle bir yaşta, gençliğin öyle hassas bir devresinde ki fikir, münevver bir semann baran-ı elması (elmas yağmuru) altında parlak hülya alemlerinde kanatları kırılmış birkuş gibi henüz topraklara düşmemiş; gözler ziyada (ışıklı) bir hayal ufkunun envarı (nurlarıyla) dolu iken bir perde altında siyah bir köşenin açılmak üzer olduğunu henüz görmemiş; yalnız münevver, mübtehiç (ışıklı, sevinçli) bir sabahın rüyasına dalmış; ümit güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülmeye müheyya (hazır) olduğunu anlamamıştı.”
“Ta mektepte bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak, gözleri ötede siyah tahtanın  unutulmuş yarım kalmış cebir muadelesine (matematik denklemine) dalarak, fikri bir hayal rüzgarı üzerinde, meçhul emeller fezasında (bilinmez arzular göğünde) uçtuğu zamanlardan beri bütün varlığını istila eden (saran) emel, iştihar (ünlü olma) arzusu değil miydi?” (s39)
“Hocası da ona musallat olmuştu, daima onu tahtaya çekerdi; biçare kaç kereler o iki yüz kadar ehemmiyetli görünen seksen arkadaşının karşısında, siyah tahta başında perişan, mahcup (utanmış), mahvolmuş, kendisini kaybetmiş, yavaş yavaş ağlamıştı…” (s49-50)
“O vakit bu ana kadar ağzından her kelimeyi müteakip (her kelimenin ardından) ağlamak arzusuna mağlubiyetinden (yenilmekten) korkarak; bazen köşede büzülmüş, siyah mağmum (kederli) gözlerini annesine dikmiş bakan İkbal’e; bazen göğsü kabara kabara duran Ahmet Cemil’e bakarak, baktıkça tıkanarak; bazen da hiçbirisine bakmaya kuvvet bulamayarak, perişan, bir tertibe uymaz, birbirini tutmaz, yarım yarım cümleler ile babalarından bir şey kalmadığını, kalan ufak tefeğin biraz sonra bitmek üzere olduğunu söyleyebildi.” (s67)
“Ahmey Cemil artık gözlerini kapadı, sanki dün süt ile beslediği çocuktan bugün ekmek isteyen bu ananın perişan halini görmek istemiyordu, İkbal’in üzerinden birbulutgeçen siyah gözleri, indi.”(s68)
“O, yalnız dinliyordu,  da onun kadardı, derin kırkılmış siyah ve sert saçlarının altında küçük başı, nahif (zayıf) çehresinde parlayan gözleri, henüz terlemeye başlayan bıyıklarının altında ince donukça dudaklarıyla, güzel ve zeki oldu için sevimli bir genç idi.” (s74)
“O siyah-nur çeşmi berk-efşan
(O şimşek saçan gözün siyah nuru)” (s119)
“Daha sonra ümit güneşi o kırılmış kalbin emel enkazına hazin (istek yıkıntılarına üzgün) bir veda nazarı ile süzülüp gidiyor: O vakit neticenin kara bulutları…(s 129)
“Şimdi gözlerinin önünde, ötede, beride bacaları, çatıları yükselen köşklerin, bahçelerin, duvarların parmaklıkları arasında irili ufaklı, küme küme, şurada burada karanlıklar içinde birbirine sarılan, öpüşen, yahut uzaktan uzağa başları ile kollarıyla birbirine selamlar gönderen ağaçların, sanki karanlıkları yerinden oynatarak, harekete gelerek şu siyah gece zemini içinde titreyen bu siyah levhanın, bütün bu titrek gölgelerin şiirini temaşaya mevkuf olmuş (seyre dalmış) duruyordu.”
“Bir şiir ki lisanı yok, belagati (sanatsak güzelliği) yalnız işte şu siyah titremeden ibaret…”
“Sema (gökyüzü); bu siyah levhanın üzerinde, ötesinde berisinde beyaz münevver (ışıklı) pullar serpilmiş, ara sıra muhtelif noktalarında uçan beyaz tüller harekete gelmiş sırma işlenmiş bir örtü gibi eteklerini görünmez ufuklara salıvermiş, zulmetlerin sevda dolu göğsüne dökülüvermiş idi.” (s140)
“Şimdi sema (gökyüzü) lacivert bir şişeden süzülen ziyaya benzeyen hafifçe bir su halinde yarı şeffaf, ötede beride yıldızlar hemen hemen beyaz idi; bacalar, çatılar, ağaçlar, demin birer siyah kütle olan bütün bu eşya şimdi parıltılı bir su ile yıkanıyor gibiydi. (s143)
“Henüz kalabalık yoktu, bir iki masanın başında vapurunun limanda bir gecelik meksinden (kalışından) istifade ederek Beyoğlu’nda şu zevk alemine düşmüş siyah tırnaklı, ateşin karşısında kavrulmuş simalı bir ateşçi, iki genç, galiba dükkanları erkence kapanmış civar tuhafiyecilere mensup iki satıcı, bir kenarda hizmetçi kızla- kırklık şişman bir karı, fakat hizmetçi kızlar hangi yaşta olursa olsun daima hizmetçi kızdır.- tenhalıktan cesaret alarak şakalaşan, pervasız, teklifsiz, tavrına, kahve sahibinin gözü önüne mülatefeden (şakalaşmaktan) çekinmeyişine, iri iri kahkahasına, hatta masalar arasında kızı kovalayışına bakılırsa kahvenin alışık müşterilerinden biri olduğu anlaşılan kır saçlı bir adam!..” (s161)
“Bakınız o siyah peçenin, siyah çarşafın, siyah saçların altında parlayan siyah gözlerden bir şey akıyor, güya siyah bir nur ki baş döndüren ateşli bir sevda havası ile vücudunu sarıyor, yakıyor, fakat okşayan bir ateş, bir ateş ki sıcak bir buse (öpücük) gibi…”(s206)
“Ahmet Cemil birden gözlerinin önünde siyah peçesi çenesinin altından iğnelenmiş bir çehrenin siyah parlak gözleriyle kendisine baktığını gördü, içinden bir şey sarsılarak sanki göğsüne çarptı.” (s 218)
“Lamia o beyaz tül örtüyü açsaydı; Ahmet Cemil’in uzun kumral saçlı başını o kıvırcık gür siyah saçları arasına çekseydi, o kadar ki saçları birbirine karışarak siyah ve kumral bir memzuce teşkil etseydi (karışım oluştursaydı), sonra o tül şu bir çift baştan mürekkep (oluşan) sevgi levhasını gizleyip o küçücük kırmız şemsiyede bu şiiri sahranın yalnızlığından bile esirgeyerek yakuttan bir büyük taç şeklinde örtseydi…” (s226)
“Ahmet Cemil şimdi siyah gecesinin levhasını tasvir ederek semaları şimşeklerle tutuşturmakta, bulutları yıldırımlarla parçalamakta iken…” (s260)
“Bir aralık dalıyordu, belki bir müddet uyudu: şimdi sanki o ateşle yanan şakaklarının, o içinden bir taş çöken başının üzerinden bir şey dökülüyor, bir siyah tufan boşalıyordu.” (s267)
“Gecenin donuk siyah rengi içinde mütehaşşit (birikmiş) birer kütle şeklinde daha siyah, daha kesif (koyu) görünen komşu evlere, yakın duvarlara baktı. Bu siyahlıkları yutmak, ratip bir makber (nemli bir mezar) nefesi gibi simasına barit, müncemit (yüzüne soğuk, donmuş) ölü dudaklarla raşe verici buseler (titretici öpücükler) konduran bu zulmeti (karanlığı) kase kase, tesliyet (teselli) veren bir adem kevseri (yokluk içkisi) gibi kana kana içmek istedi. (s293)
“Burada, pencerenin kenarında, gözlerini bu zulmetlerle doldurarak, birbiri ardına yığılmış siyah duvarlar şeklinde imtidat eden bu fezanın sinesinde (uzayan bu uzayın göğsünden) çıkan sükuta benzer uğultuyu dinleyerek ötede beride bu zulmet zemini içinde birer sarı leke şeklinde parıldayan münevver pencerelerden, birkaç mutecip ziya (utangaç ışık) parçalarından gözlerini ayırmaya çalışarak, artık önünde dehhaş (korkunç), geniş bir uçurumun azim (çok büyük) ve korkunç ağzını açıp kendisini yutmaya müheyya (hazır) olduğunu görüyordu.” (s293-294)
“Şimdi onun hatırasıyla bütün fıtratının metaneti (yaradılışının bütün dayanıklılığı) bütün mesai azmi (çalışma kararı) canlandı; şurda –elinde bu defter, kalbinde kesif bir zulmet (yoğun bir karanlık) içinde yalnız bir ümit feri (ışığı)- karşısında sonsuz bir adem fezası (yokluk boşluğu) şeklinde imtidat edip (uzayıp) giden şu siyah semayı istişhat ederek (şu siyah gökyüzünü şahit tutarak) Lamia’ya malik (sahip) olmak için kendi kendisine yemin etti.” (s295)
“Bu muzlim (karanlık) gecenin sinesinden sanki bir nefes çıktı, onun bu aşk busesini bir siyah mevce (dalga) içinde tesit etti (kutladı). (s296)
“Sonra birden arkadaşının, iki hafta içinde büyük bir hastalıktan çıkmış gibi duran zayıf, çökük çehresini altlarında birer siyah daire beliren gözlerini, musibetin kahrıyla hırpalanarak ihtiyar olmuş görünen bu vücudu Ahmet Cemil karşısında gülmek değil, ağlamak lazım geleceğini hissederek durdu.” (s358-359)
“Birer yeşil sütun gibi uzanan iki servinin fevkinde (üstünde) süzülerek, elenerek muhteriz (çekingen), güya bu loş sükün köşesine bir hayat tebessümü yollamaktan utanarak perişan güneş kırıntılarını toparakların siyah ratıp (nemli) rengine dökülmüş, güya bu mahrum gençlik yatağının üzerine pullu bir tesliyet sütresi (bir teselli örtüsü) çekmek istemişti.” (s373)
“Güneş görünmüyordu, yalnız tutuşan menfez (yarık) etrafından bulutlar bir kan tufanına boyanmış duruyor, biraz yüksekte siyah bir küme o yangının üzerinde gittikçe koyulaşan esmer bir kubbe kuruyor; kenarlardan pembe, kırmızı, al, sarı rişeler ( püsküller) sarkıyor; bir taraftan ermiş bir yakut deresi ince kıvrıntılı bir hat ile yol açarak akıyordu.” (s396)
“Bir saniye sonra yine değişti, bulutlar bu yakut kümeleri ile dolu tabak üzerine parça parça dökülmeye başladı, nihayet büsbütün örttü, artık hiçbir şey görünmüyordu, orada siyah bulutlardan bir dağ yükseldi.”
“Bu siyah bir gece idi…” (s397)
“O vakit denize baktı: Siyah bir deniz..”(s398)
“Karanlığın içinde geminin kenarında esmer bir köpükle kaynaşarak firar eden o siyahlıkları görüyor, altında mahuf, muhiş (korkunç), adem vehmi  (yokluk düşüncesi) veren siyahlıktan başka bir şey görmüyordu.” (s398-399)
“Birden bu siyah gecenin karşısında aklına başka bir gecenin hatırası geldi.” (sayfa 398)
“İşte, işte görüyor, gözlerinin önünde yağan bu siyahlıklar, denize döküldükçe birbir sekerat zemzemiyle (son nefes ezgisi ile) boğulan bu zulmetler, işte bunlar o hülya hayatının üzerine çekilen bir kefen değil miydi?’’ (sayfa 398)
“Oraya gitmek, bu siyahlığın içine, bir daha çıkılamaz, avdet olunamaz (dönülemez) derinliklere gitmek…”(sayfa 399)
“Bunların siyah kucağına atılmak, yarın doğacak olan o güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından (güneşin yaşamın yoksulluklarıyla alay eden ışığından) kaçmak, bu siyahlıklar içinde sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih (mutlu ve rahat) yuvarlanıp gitmek…”(sayfa 399)
 “İniyor, bitmeyen bir sukut  (düşüş) ile, zulmetleri tabak tabaka yararak, şu siyah dalgaları kütle kütle sırtına alarak, yavaş yavaş, muntazam bir ahenkle (düzenli bir uyum ile), ademe (yokluğa), tam bir teslimiyet ile iniyordu. Evet, bir karar hamlesi, yalnız küçük bir hareket, nasipsiz geçen hayatı ile şu faydasız vücut arasında bu denizin bütün siyah tabakalarını set silsilesi gibi bırakarak ta şu ummanın (okyanusun) bir türlü sonu bulunamayan derinliklerine kadar inecekti.” (s399)
“O vakit ayağa kalktı: Geliyordum, anne!..” dedi ve hayatta bir ümidi kalmamış bu çocuk, yavaş yavaş, bu siyah geceden, şu kendisini çekip aldiyetini (varlığını) daha kuvvetle çeken bu sese uyarak, annesini takip etti..” (s400)

*Siyah ile Mai’nin beraber kullanıldığı bölümler:
“Bir rüya içinde yahut sihir alemi karşısında idi; kemanların titreyen eninleri (inleyişleri) flavtanın kahkahaları, sanki bu aletlerden, bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından sihirli bir nefes ile canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük nağmelerle birbirlerine atılıyor; birinden ötekine bir hicran (ayrılık) sedası, ötekinden bir ıstırap enini, şundan bir tahassür (özleyiş) nalesi, diğerinden bir ümit cevabı çıkarak, bütün biçare insan ruhuna mahsus acılıkların tatlılıkların hazinesi taşıyor, mai-siyah kelebekler, gibi uçuşarak, birbirleriyle dudak dudağa bir visal (kavuşma) içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar, sonra bunlar o parlak semanın mailiklerine, şu muzlim (karanlık) denizin siyahlıklarına serpiliyorlar; işte işte bu aşağıya süzülen, şu yukarıya uçuşarak siyahlara bürünen soluk ziyalar! Baran-ı elmas…” (s36)
“Üzerinde bir sema ki geceden kalma siyahlıklara gündüzün ilk şaşaalarının imtizacından mürekkep (parıltılarının karışmasından oluşan) esmer bir renkle gözleri taltif eder (okşar), bir müphem (belirsiz) renk altında mai bir atlas (kumaşın) halinde görünen semanın derin bir köşesinde Zühre’nin (Venüs’ün) beyaz handesi ( gülüşü) hala görünür, bakir (yeni) bir saffetle münevver (ışıklı) bir göz gibi bakmaktadır…” (s38)
“Şurada –beynini gösteriyordu- bir şey var, bir şey duyuyorum ama rüyalarda tutulamayan şekiller gibi parmaklarımın arasından kaçıyor. Bilir misin, nasıl bir şey? Bak şu semaya, ne görüyorsun, mailiklerden mürekkep bir derya. Gözlerinle onun içine girmeye çalış; o mailikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mai… Daima mai… Değil mi? Sonra, bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş siyah bir renk… Of!... O siyah tabakaları parçalayarak içeriye bak; in, in, in, ne kadar inebilmek mümkünse o kadar in; ne buluyorsun? Daima siyahlık değil mi? İşte öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mai daima mai; aşağı bakılsa siyah daima siyah…” (s61-62)
“Şurada mai ve siyah, yukarıda ve aşağıda birer levhanın, bir garam visaliyle (sevda kavuşmasıyla) kucaklaştıklarını gördü.” (s141)
“Küçük bir kahkaha zapt etti (tuttu), sonra Ahmet Cemil’in perişan cevabını dinlemeyerek siyah güderi eldivenler içinde daha ince görünen parmakları ile peçesini indirdi, “Efendim!..” dedi. Ahmet Cemil küçük bir hareket bile etmeyerek duruyordu; bütün hayatı, bütün ruhunun emel zübdesi (arzusunun özü) işte şu siyah nazenin heyula (şu siyah ince hayal), işte şu ipek çarşafın dalgaları içinde vücudunu ihtizazı (titreyişi) hissedilen seyyal ve mevvaç (akıcı ve dalgalı) hayal şeklinde kaybolup giderken, Ahmet Cemil orada, elinde çar-pareler ile başında maili kırmızılı külahı (başlığı) ile gelip geçenleri gülerek seyreden soytarının istihza nazar (alaycı bakışları) altında elinde şiirlerinin defterini kıvırarak duruyordu.” (s204)
“O zaman hayalinin makesinde guruba tesadüf etmiş (hayalinin aynası güneşin batışına rast gelmiş) bulut parçası gibi kırmızılara mailere, yeşillere, sarılara boyanan bu lehaların içinde Lamia’yı-evvel küçük, şu kadarcık, kıvırcık saçları başının beresinden dışarı taşarak, Hüseyin Nazmi ile gezmeye çıktıkları vakit yanı başında iki elleri ile  eline yapışarak, muhaverelerinin (konuşmalarının) arasına “Bu ne? Niçin? Nasıl? Ne vakit? ” sualleriyle her dakika karışarak; bir dakika sonra sekiz on yaşında bir kış gecesi mesela iki arkadaş cehren (sesli olarak) bir şiir okurken halının üstünde daima gülümser siyah gözlerini anlamayarak yüzlerine dikmiş, yahut kendisine mahsus bir mütalaa (konu) ile meşgul oluyor zannını vermek için ciddi bir tavır ile elindeki musavver mecmuaya (resimli dergiye) dalmış-görüyordu.” (s205-206)
“Gözlerinin önünde o mai gece ile bu siyah gece tekabül etti (karşılık oldu): Mai ve siyah”(sayfa 398)
“Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen nasipsiz, bahtsız (talihsiz) ömür!.. (sayfa 398)

*Beyaz nötr bir renk olarak mai ve siyahın dengesini tutmaya çalışıyor;
“Sonra birden ağacın bütün üst tarafı beyaz bir yangın içinde kaldı.” (s143)
“Şimdi sema (gökyüzü) lacivert bir şişeden süzülen ziyaya benzeyen hafifçe bir su halinde yarı şeffaf, ötede beride yıldızlar hemen hemen beyaz idi; bacalar, çatılar, ağaçlar, demin birer siyah kütle olan bütün bu eşya şimdi parıltılı bir su ile yıkanıyor gibiydi.”( sayfa 143)
“Kırmızı kiremitlerin üzerinden bir nur çizgisi göründü, çıkıyor; üzerinden, altından, etrafından nazenin hıramına (nazik yürüyüşü için) döşenen beyaz bulut kümeleri arasından bütün müdebdeb şaşası ile (debdebeli görkemi ile) çıkıyordu.” (s144)
“Sanki semanın lacivert ipeğine gerilmiş bir beyaz atlas ki –birdenbire tahrip edici bir nefesle parçalanıvermiş, kopuvermiş, ensicesi (dokuları) çözülüvermiş- havanın keyfi raks (dans) ile dağılıyor, serpiliyordu.” (s145)
“Bitmez tükenmez beyaz bulut parçalarını küçük küçük şamarlarla oraya sevk ediyor, sanki bir kamçı ile bütün ufuklardan bütün bulut kırıntılarını püskürterek oraya gönderiyordu.”(s145)
“Şimdi ay küçük beyaz bulutların, öbür tarafında yığılmış küme küme beyaz atlasların arasında, sanki yatağında gecikerek baygın bir sevda nigahı (bakışı) ile..” (s148)
“Kar gibi beyaz kenarı gerile gerile iğnelenmiş hatta örtülü sedir, yerde üstünde pembe şatrançlı (kare motifli) dokuma çekilmiş şilte, annesinin en sevdiği yer; küçük dört ayaklı iskemle, İkbal’in yeşil gaz boyamalarından yaptığı sade fakat belki onun için zarif, hoş kalpağı altında lamba, duvarlardan babasından yadigar (hatıra) olarak kalmış biri kufi, biri talik iki güzel levha, pencerelerden muşamba perdelerin üzerinde yaza mahsus beyaz, ince sarı kornişlere küçük küçük kıvrıklarla iliştirilmiş perdeler, o kadar…” (s185)
“İşte muharrik (motor) bir canavar gibi homurdanmaya başlıyor, işte kayışlar birer uzun yılan gibi matbaayı baştan aşağı sarsıyor; makinenin, o siyah dev karnından, bakınız, beyazlıklar peyda oluyor (görünüyor); çelik dişlerim, üstüvanelerin (silindirlerin) üzerinden, arasından kayarak, akarak, bükülerek bir alay beyaz kuşlar, kanatlarını gererek, çırpınarak uçuşuyor, bir rüzgarın bütün bu irfan mahluklarını (bilgi varlıklarını) dünyanın her tarafına atacak, parça parça öteye beriye serpecek, bunlar sizin işte şu iki parmağınızın arasında sıkarak fikir doğurmaya mecbur ettiğiniz şakaklarınızın içinden fırlamış, canlanmış şeyler..”
“Zihnen o dehlizdeki tesadüften sonra beyaz gölgeyi takip ediyor, yemek odasına götürüyordu.”(s271)
“Kulaklarında makinelerin tarrakası (gümbürtüsü), gözlerinin içinden binlerce, yüzbinlerce beyaz kağıtların delice uçuşu hüküm sürüyodu.” (s243)
“Bu fasılanın arasında gözleri beyaz bir gölge fark eder gibi oldu.” (s260)
“Ahmet Cemil o beyaz gölgeyi bir daha görmedi.” (s261)
“Geçerken dehlizin bahçe kapısına yakın bir yerinden mütelaşi (aceleci) bir kumaş hışıltısı işitti, kendisini zapt edemeyerek (tutamayarak) gözlerini çevirdi; o vakit ufak ve muhteriz (çekingen) bir kahkaha ile beyaz bir gölgenin yanından hemen sürünerek silip geçtiğini fark etti.” (s264)
“Öyle zannediyordu ki o beyaz gölge artık boş kalan yemek odasına iltica etmiş (sığınmış), beklenmeyen bir tesadüften (rastlantıdan dolayı) oraya kaçmış idi.” (s264-265)
“Bu akşam oraya oturup da eline defterini alınca bir müddet onu açamadı, kalbi beyaz gölgenin hayali ile dolu idi.” (s 270)
 “Beyaz gölge bir tehlikeden kaçıyormuşçasına kapıyı kapayarak oraya iltica ediyor (sığınıyor), sonra o defter gözüne ilişiyor.”
Beyaz gölgenin küçücük bir kalbi var ki bu defteri görünce çırpınıyor.” (s271)
“Ahmet Cemil annesinin karşısında o söyledikçe bazen mumun hafif oynak ziyası ile titreyerek duvarların üzerinden kaçışıyor, ta orada, her türlü münevver rüyaların incilası (parlayışına), o küçük yatağın beyazlıkları arasına sokuluyor görünen gölgelere dalıyor; bazen ta boğazında bir ağlama düğümüyle gözlerini süzerek, iskemlenin üzerinda ara sıra dalgalanıyor, mevhum fakat müteneffis (hayali fakat nefes alan) bir serim gibi şişiyor, kabarıyor, kamilen (hep) uçuyor görünen; daha sonra birden yine toplanarak küçülen, zayıflaşan; ağlamış gözleri ile, solmuş çehresiylei bütün meyus heyetiyle (ümitsizce) duran annesine bakıyordu.” (s286-287)
“Bu bulutçuklar, halkalar, şeritler evvela odanın rakit (durgun) görünen havasında fersiz beyazlıkla teveccüh noktasını (yöneleceği yeri) tayin edemeyerek mütereddit (kararsızca) sallanıyor, sonra o münevver sütunun telatum-ı cazibesi (çekiciliğinin dalgalanması) bir halkanın kenarına ilişiyor, suya düşmüş ince bir kağıt gibi o duman tabakasının üzerinde perişan bir dalga geçiyor, güya ensicesi (dokuları) çözülüyor, parça parça dağılıyor, daha sonra üzerine bir bulut gölgesi isabet etmiş bir kar satihası (yüzeyi) şeklinde bir donukluk bırakıyor; o vakit o yüz binlerce şenaverlerin, rakkaselerin her an mütebeddil mütemevvic raksında (değişlken ve dalgalı dansında)daha seri (hareketli), daha oynak bir faaliyet (etkinlik), taze bir hayat buhranı uyanıyordu.” (s297-298)
“Ahmet Şevki Efendi bir nezaret ve intizam takayyüdüyle (bir gözetim ve düzen bağlılığıyla) odasında bir kısmı muattal duran (kullanılmayan) bir dolabın alt katını küçük bir kiler haline getirerek buraya sofra örtüleri, peşkirler, su kadehleri, tabaklar, çatallar, bıçaklar koymuş; her gün öğle üzeri küçük bir yuvarlak masanın üzerine o beyaz örtülerden birini örterek sofrayı hazırlamayı adet etmişti.” (s311)
“Ahmet Cemil acı bir hande (gülüş) ile bakıyor, şimdi esmer bir kül tabakası şeklinde duran bu kağıdın üzerinde bir beyazlıkla beliren yazılara bakıyordu.” (s383)
“Daha sonra beybabann vahşet içinde kaybolmuş birer kafile şeklinde öbek öbek hurma ağaçları, muz fidanları görülüyor; çıplak vücutları ile kumluğun ortasında bu tenha ve asude ( ıssız ve rahat) hayata tesliyet (teselli) gönderen bir selam ile yeşil başlarını kaldırırken uzaktan develer, o kum deryalarının (denizlerinin) evladı, yorgun ve aksak yürüyüşleriyle süzülen bir bulut şeklinde ilerliyor, ötede kumların sinesinden fışkırıvermiş bir beyaz rüzgar dalgası şeklinde bütün beyaz görünen atların üstünde beyaz harmaniler (pelerinleri) uçuşarak geçen süvari zümresi (topluluğu)…” (s388)


20 Kasım 2013 Çarşamba

Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Hep O Şarkı



Okuduğum Tarih: Ekim 2009

Yakup Kadri’nin bu romanından büyük keyif aldım, hikaye acıklı olsa da İstanbul’un bir döneminin yaşayışına, geleneklerine ve politik olaylarına uzaktan da olsa değiniyor.

Romanın Özeti:
Münire ve Cemil, iki komşu yalıda oturan ailelerin çocuklarıdır ve küçüklüklerinden beri birbirlerini sevmektedirler. Cemil sevdiği kızı ailesinden istemiş olsa da Münire’nin babasının Cemil’i haşarı-çapkın bulmasından dolayı reddedilir.

Akabinde Münire, Rüknettin bey konağına gelin gider. Kocasını hiç sevmez üstüne üstlük kocasının konağın hizmetçilerinden birini hamile bıraktığını da öğrenir. Kocasının ilk kez kendisini aldattığını öğrendiğinden beri kendisine yaklaşan Cemil ile Zeyrekli Fatma Hanım’ın evinde gizlice görüşmeye ve aşkını tazelemeye başlamıştır. Kocasının da bir hizmetçiyi hamile bırakmasını fırsat bilerek Münire baba evine geri döner ve arada sırada ziyarete gittiği halasının yalısında Cemil ile görüşmeye devam eder. Bu arada da Cemil’e de saraydan bir kız uygun görülmüş fakat o reddettiği için Padişah kendisini ve ailesini doğuya sürmüştür. Bunun üzerine yirmi beş yıl görüşemezler.

Roman yirmi beş yıl sonrasında Münire’nin anlatması ile devam eder. Halasıyla komşularına saz faslı dinlemeye gittiklerinde Münire, Cemil ile bunca yıl sonra tekrar karşılaşır ve  daha birbirlerini görmeden Cemil’in ona eski aşklarını ifade eden -zamanında ona bununla serenad yaptığı- şarkıyı icra edişini dinleyince kahrolur. Cemil de arada Anadolu’da yaşarken evlenmiş ve iki erkek çocuğu olmuştur. Ancak hayat ışığını kaybetmiş, şişmanlamış, çökmüş yalnız hayatını oğullarına adamıştır. Hayat iki sevgiliyi büsbütün ayırmıştır. Münire de hiç evlenmeden yaşlanmıştır.

Gözlemlerim:

*Yakup Kadri’nin romanını bir kadın karakterin ağzından anlatmasını sevdim. Çünkü bir erkek romancının bir kadın profilini karakterize etmesi ilginçti.

*Romanın birbirinden ayrı ve çok uzun iki zaman diliminde geçmesi de hikayenin kurgusuna renk kattı. 

*Romanın ana temalarından olan Cemil Bey’in ilan-ı aşk ettiği; 
“O şarkı” Münire’nin sık sık ruh hallerini anlatmak için dile getiriliyor. 
“Çünkü o akşam Cemil Bey bana bir şarkı söylemişti.” (s28)
“Bu ses bana, gecenin ilerlemiş bir saatinde el etek çekildikten sonra, pes perdeden, hep o şarkıyı söylemekte devam ediyordu.” (s31)
“O bana ilk defa böyle hitap ediyordu ve onun tarafından hiç alışmadığım bu samimilik, bu laubalilik beni kızdıracağı yerde, tam tersine bir takım tatlı hislere daldırıvermişti. Öyle hisler ki, hep o şarkıyı dinlerken duyduklarımdan farksızdı.” (s69)
“Kalbim türlü türlü ümitler ve arzularla doluydu ve kulaklarımı Cemil Bey’in şarkısı, Cemil Bey’in sesi sanki ilk defa olarak okşuyor gibiydi.” (s85)
“Hem bu sefer, eskisi kadar nezaret altına alınamayacağına göre, geceleri pencereden pencereye fısıldaşmak, sabahları gözümü onun yüzüne bakarak açmak ve ara sıra da-kim bilir belki- yatağın içinden o şarkıyı dinlemek eskisine nispeten çok daha kolay olacaktı.” (s108)
“Mehtap alemlerinin sonuna doğru o şarkıyı doya doya, kana  kana dinlediğim oluyordu.” (s109)
“– O şarkınızı kulağıma söyler misiniz?” dedim.” (s115)
“Bir de o esnada, o şarkı, bizim şarkımız söylenmeye başlamasın mı?” (s124)
“Benim şarkım söylenip bittikten sonra bütün bunların ne hükmü var?” (s142)
“Hızla yürümeye çabalayarak, sünnet düğünü gecesi, sedefi feracemle oturup  Cemil Bey’in şarkısını ilk defa dinlediğim taraçanın bulunduğu noktayı aramaya başladım.” (s146)
“Fakat, ben bunu kendi nefsimde tecrübeye kalkışınca içimde o eski şarkının ta uzaklardan, ta derinlerden gelen aksi sedasından başka bir şey işitmiyordum.” (s152)
“Zaten uzunca bir ut taksiminden sonra o şarkı da başlamıştı işte.” (s159)

*Dönemin politik olayları ve hareketleri de romanın akışına destek oluyor:

-Sarayın israfları ve hazinenin çöküşü;
“Devlet hazinesi öyle kolay kolay tükenir mi?” (s62-63)
-Feriye Vakası;
“Feriye vakası olduğu vakit ben otuzunu boylamış bir kadındım” (s134)
-Moskof Savaşı;
“Ben bu haldeykendir ki, Moskof muharebesi oldu.” (s140)
-Yalı yangınları ve sürgün cezası

*İşin içine biraz mistizm katılarak Bektaşilikten bahsediliyor.

*Münire karakteri romanı kendi ağzından “ roman yazan bir kişi” sıfatıyla yazdığı için “roman” sözcüğü sık sık geçiyor. Adeta yazar roman içinde roman yaratıyor:
“Bende bu roman okuma merakı bende pek genç yaşımdan beri başlamıştır” (s11)
“Hatta söze bazı hissi romanların bazılarında görüp beğendiğim üzere şunlara benzer bir takım cümleler ile başlamak hevesine düştüm.” (s12-13)
“Her romancı mutlaka kendi başından geçenleri yazmaz veya kahramanlarına mutlaka yakından tanıdıklarının hüviyetini  vermez ama, bahsettiği vakalarla insanları bize, -ne bileyim ben nasıl-hakikatte olmuş şeyler ve görülmüş kimseler gibi anlatmayı bilir.” (s14)
“Kış gelip çatıp da konağa taşındığımız günden itibaren, hazin sergüzeştlerini Avrupa romanlarında okuduğu, manastıra kapatılmış kızlardan bir farkım kalmazdı.” (s42)
“Hey acemi romancı; hikayenin sonunda söyleyeceğin şeyleri gene başa aldın. Hele dur; şu cehennem dediğin Nafi Mollalar’ın konağında neler gördün, neler geçirdin onları anlatmağa başla bakalım.” (s45)
“Canım; böyle de roman mı olur? Böyle hissi roman mı yazılır?” (s52)
“Bir roman ya hazindir, ya komik.” (s53)
“Ah, nerede ise size romanımın sonunu açıklayıverecektim.” (s54)
“Dikkat edin, asıl romanım şimdi başlıyor.” (s67)
“Romanlar ise bana, yoldan çıkan kadınların er geç büyük bir hüsrana uğradıklarını gösteriyordu.” (s75)
“Kahvaltımı- gerçi hiç lüzumunu hissetmeden ve tadını almadan- orada ediyordum ve bir müddet, uzun, uzun bir müddet denize, bahçeye, bahçenin yıkık rıhtımına baktıktan sonra elime romanımı alıp okumaya çalışıyordum.” (s129)
“Bundan üç dört yıl evvel, bir yaz sabahı, bilmem neden, bilmem hangi hisse kapılarak –serde romancılık var ya- halamın yalısından bir sandala atlayarak o yangın yerini görmeye gittim.” ( s144)
“Roman, kanaviçe.” (s148)
“ Bir aşkın, bir uzun aşkın böyle bir hayal sükutu ile bittiği nerede, ne zaman, hangi romanda görülmüştü?” (s168)
“Benim romanım zaten kendi kendimle böyle bir konuşma halinde başlamamış mıydı?” (s169)

*Dönemin bildiğim az tanıdığım İstanbul semtlerinin sözü sık sık geçiyor: 
Beykoz, Kanlıca, Bebek, Kandilli, Emirgan, Baltalimanı, Laleli, Vefa, Bağlarbaşı, Beşiktaş, Şehzadebaşı, Divanyolu, Çarşıkapısı, Beyazıt, Direklerarası, Cihangir, Sarıyer, Çamlıca, Adalar, Kanlıca, Çubuklu, Hisar, Fazlıpaşa, Galata, Mahmutpaşa, Sütlüce gibi. Bir nevi roman İstanbul rehberi gibi. 

*Dönemin mektuplarındaki hitaplar ve yazılar ilginç;
“Muhterem hanımefendi hazretleri, emirleri veçhile hareket olunacağını arz eder, eteklerinizden öperim.”  (s117)
“Münire Hanımefendi’ye ihtiramatı faikamın iblağını (üstün saygılarımın iletilmesini) rica ederim.” (s171)